EMRE ARACI
Müzik tarihçisi, orkestra şefi ve besteci
“Hem Doğu’da, hem Batı’da kendisi tam anlamıyla bir dünya insanıdır. Bundan dolayı ‘Aracı’ soyadı da son derece uygundur. Dr Aracı Osmanlı ile Avrupa, Türkiye ile Britanya, Doğu ile Batı arasında aracılık yapar”; merhum Profesör Talât Sait Halman, bir konuşmasında Emre Aracı'dan böyle bahsetmişti.
Edinburgh Üniversitesi Müzik Fakültesi'nden BMus (Hons.) ve doktora (PhD) dereceleri ile mezun olan Dr Emre Aracı kendine özgü müzik kariyeri içerisinde sanat, eski binalar, edebiyat, tarih ve diplomasi gibi ilgi duyduğu alanları bir araya getirerek, daha çok Osmanlı İmparatorluğu'nda 19. yüzyılda ortaya çıkan Avrupai müzik geleneği üzerine konser ve konferanslar vermekte, kitap, makale, CD kayıtları ve belgesel türünde eserler ortaya koymaktadır. Kalan Müzik tarafından yayınlanan "Osmanlı Sarayı’ndan Avrupa Müziği", "Savaş ve Barış: Kırım 1853-56", "Boğaziçi Mehtapları’nda Sultan Portreleri" ve "İstanbul’dan Londra’ya" CD’lerini Ateş Orga'nın yapımcılığında kaydetmiş, bu albümlerden bazı seçkiler "Invitation to the Seraglio" (Warner Classics) ve "Euro-Ottomania" (Brilliant Classics) adları altında tekrar basılarak "beklenmedik şekilde cazip, müzikal sunumu son derece uzmanca hazırlanmış, deyimsel ve canlı bir koleksiyon" yazan The Gramophone Dergisi’nden övgü almıştır. "Ahmed Adnan Saygun - Doğu Batı Arası Müzik Köprüsü" (2001), "Donizetti Paşa - Osmanlı Sarayının İtalyan Maestrosu" (2006), "Naum Tiyatrosu - 19. Yüzyıl İstanbulu’nun İtalyan Operası" (2010), "Kayıp Seslerin İzinde" (2011), "Yusuf Agâh Efendi, 18. yüzyıl Londrası’nda ilk Türk Büyükelçi" (2013) ve "Elgar Türkiye’de" (2014) kitaplarını kaleme alan Aracı aynı zamanda Cornucopia ve Andante Klasik Müzik Dergisi'ne düzenli makalelerle katkıda bulunmaktadır. The Musical Times, International Piano Quarterly ve The Court Historian gibi dergilerde de yazıları yayımlanan Emre Aracı aralarında British Museum, Royal Academy of Arts, Oxford, Cambridge, New York, Viyana, Saraybosna ve Londra üniversitelerinin bulunduğu kurumlarda konferanslar vermiştir. Orkestra şefi olarak Londra Osmanlı Saray Müziği Akademisi Orkestrası, Prag Filarmoni Korosu, Prag Senfoni Orkestrası, Musica Viva, Portekiz Senfoni Orkestrası, Amsterdam Sinfonietta, Kahire Opera Orkestrası, Sopot Filarmoni Oda Orkestrası, Devlet Hermitaj Senfoni Orkestrası, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Antalya Devlet Opera ve Bale Orkestrası, Aşkın Ensemble, İstanbul Oda Orkestrası ve Borusan Oda Orkestrası gibi topluluklarla çalışmıştır. Yarattığı eserler arasında Cihat Aşkın'ın Prag'daki Rudolfinum Konser Salonu'nda kaydettiği "Boğaziçi Mehtapları" keman konçertosu, Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupai türde besteler vermiş sultanının hayatı üzerine librettosunu kaleme alarak partisyonda yer alan özgün bestelerini kısmen derleyerek, düzenlemesini yaptığı ve Ankara Devlet Opera ve Balesi tarafından 2012 yılında dünya prömiyeri yapılan "V. Murad" balesi bulunmaktadır. "Kayıp Seslerin İzinde" adını taşıyan ilk senfonisini 2015 yılında tamamlamıştır. Birleşik Krallık’ta yaşayan Emre Aracı Türkiye-Avrupa müzik ilişkileri üzerine yoğunlaştığı araştırmalarını Nurol Holding ve Çarmıklı Ailesi desteği ile sürdürmekte olup TC Dışişleri Bakanlığı'nın davetiyle dünyanın değişik misyonlarında ve tarihi salonlarında konferans ve konserler vermektedir. |
Emre Aracı ile bir röportaj...
Hande Eagle’ın Emre Aracı ile yapmış olduğu röportaj; Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Kültür - Sanat Dergisi (AKOB), sayı 27, Kasım 2014
1987’den beri İngiltere’de yaşıyorsunuz. Müzik tarihçisi, besteci, orkestra şefi, müzik yazarı ve çok titiz bir araştırmacısınız. Albüm çalışmalarınız, kitaplarınız, dünyanın saygın üniversite ve kuruluşlarında verdiğiniz konferans ve konuşmalarla da tanınıyorsunuz. Bu uğraşıların hepsi birbirleriyle yakından ilişkili, fakat yine de şüphesiz çok yoğun bir programı gerektiriyor. Her işe yetişmekte zorlandığınız zamanlar oluyor mu? Teşekkür ederim, Hande. Bu senin gözlemin. Esasında belki de birikmiş eserlerimden dolayı bu kanıya varmış olsan da, hayatım senin düşündüğün kadar yoğun bir program içerisinde geçmiyor; aklımdaki düşüncelerin ve fikirlerin temposu, belki de fiziksel anlamda faaliyetlerimden çok daha yoğun diyebilirim. Zira ben öyle bir konserden diğerine koşan, peş peşe makaleler yayımlayan, kitaplar çıkartan, bir menajer veya asistanla çalışan bir sanatçı hiç değilim. Facebook veya twitter da kullanmam; şahsen açtığım bir hesap yoktur. Ben “Kayıp Seslerin İzinde” kitabımın adından da anlaşıldığı gibi geçmişin estetik güzelliğine doğru yavaş, dingin ve yalnız yolculuk yapmaya gayret eden bir insanım. Eğer bir de bugünün hızlı temposunu yakalamak gibi bir endişe içerisinde rekabet hissine kapılmış olsaydım, durumum herhalde çok zor olurdu. Oysa araştırmalarım ve ilgi alanlarım beni tarihe ittiği için, sanki fizik kuralında da olduğu gibi, dünya dönerken ben de aksi yönde, hatıralarla dolu bir geçmişe, belki geriye doğru, ama yine de ileri gittiğimi ve dolayısıyla zamanın da yavaşladığını hissediyorum. “Benim yolum doğrudur” demektense “benim doğrum bu yoldur” demeyi tercih ediyor ve yarattığım sanat eserlerinin insanları benzer tempoda ağır ve samimi bir şekilde kendi dünyalarında içsel yolculuklara çıkartmasını diliyorum. Emre Aracı’nın hayatında bir gün nasıl geçer? Bu durum o gün nerede olduğuma ve ne gibi faaliyetlerim olduğuna bağlıdır. Eğer o ara İngiltere’de Manş kıyısında oturduğum eski Grand Hotel’deki apartman dairemde isem ilk iş muhakkak sabah deniz kenarında koşar, ya da kilometrelerce yürüyüş yaparım. Eğer bir konser ya da konferans için gittiğim bir büyükelçilik rezidansında kalıyorsam, günüm resmi bir kahvaltı sofrasında başlayabilir (öte yandan Burdur’da askerlik yaparken sabahı elimde tüfekle karşıladığımı da hatırlıyorum). Rezidanstan provaya gidilir; akşam da konser vardır. Diplomasiden oldukça keyif aldığım için büyükelçilik konserleri benim açımdan pek önemlidir. Eğer o sırada müzik tarihi üzerine bir makale ya da kitap hazırlıyorsam, internetin ileri teknolojisini geçmişe geri gitmek için kullanır ve yüz sene öncesinin gazetelerini tarayarak, o günü birebir haberlerinden yaşayarak, zaman zaman da o günün insanlarının hayatlarından ileri bakarak geleceği bilen bir kâhinmiş hissine kapılırım. Yaşadığım anın gözlemlerini, geçmişin gerçek hikâyeleri ile harmanlamaktan büyük keyif alırım. Zaman zaman da bu yüzden “maneviyattan mesajlar aldığımı hissederim”; aynen 150 sene öncesinde Wagner’in peşinde, hayatının izini sürdüğüm Bavyera Kralı II. Ludwig’in akrabalarıyla bir konserimde tesadüfen tanışarak şatolarında yatıya kaldığım gibi. Bu mesajlar esasında gündüz güneş ışığında görülmeyen yıldızlar gibidir. Hepimizin hayatında da mevcuttur, belirli anlarda karşımıza çıkarlar ve işte o zaman hiç bir günümüzün esasında normal bir gün olmadığını bize kuvvetle hissettirirler. Elimde Proust, her gün bu tecrübeleri yaşamaya ve anı defterime kriptolarla kaydetmeye gayret ederim; bunlar da benim hayatımın “Enigma Varyasyonları”dır diyebilirim. Özellikle Osmanlı saray müziğiyle ilgili çok enteresan araştırmalarınız var, yazılarınızda ve kitaplarınızda da bu konuyu ele alıyorsunuz. Öğrenciniz olduğum dönemi hatırlıyorum; Charing Cross’daki ve Londra’nın diğer eski kitapçılarından bu konuyla ilgili bir arşiv geliştirmekteydiniz. Eminim şimdi elinizde hatırı sayılır bir arşiv oluşmuştur. Bize biraz bu tutkunuzdan ve arşivinizden bahseder misiniz? Bildiğin gibi Osmanlı’nın 19. yüzyılda yüzünü Avrupa’ya döndüğü zaman ortaya çıkan melez Batı müzik kültürü üzerinde araştırmalar yapıyorum. Sizlere Sawston Hall’daki derslerimde de anlattığım ve sınıfa orijinallerini getirdiğim gibi, bu alana olan ilgim Londra’nın sahaflarında Osmanlı’yla ilgili Viktorya döneminde İngiltere’de basılmış eski notaları toplamamla başladı. Sonra bu notaları orkestraya bizzat aranje ederek kayıtlar gerçekleştirdim. Bunlar o devrin belirli formüllerine göre bestelenmiş popüler eserler; bazıları için fazla sanatsal değerleri olmasa da tarihsel anlamda benim ilgimi çok çekti. İnsanın yabancı bir kültürde kendi kültüründen parçalar bularak bunları şahsi bakış açısından yoğurarak sanatsal bir ifadeye dönüştürebilmesi bana aradığım hayat yönünü gösterdi. Çok büyük bir arşivim yok, ama kağıtlara hapis kalmış bu eserleri tekrar hürriyetlerine kavuşturduğum zaman sanki Darwin’in “Evrim Teorisi”ni bozarcasına onların neslinin henüz yok olmadığını göstererek, CD kayıtlarımda bu unutulmuş besteler yepyeni bir yaşama başlarken bir gün başkalarının hayatlarına da hiç beklemedikleri bir anda girerek onlarla bir süre için bile olsun arkadaşlık edeceklerini düşündükçe seviniyorum. Belkide kalabalıkta kendini her zaman yalnız hisseden bir sanatçının psikolojisi böyle. O kadar çekingen de olsanız, kalbinizi bir CD’ye koyuyor ve bütün dünyaya açma cesaretini gösteriyorsunuz. Araştırma yaparken siz en çok hangi hususlara dikkat ediyorsunuz? En titizlendiğiniz açılar nelerdir? Konu seçiminizde ne gibi etkenler önemli? Akademik bir titizlikle çalışmaya gayret ediyorum; akademik bir formasyondan geliyorum, ama kendimi hiçbir zaman akademik bir hayata ait hissetmedim. Konuları incelerken objektif bir şekilde görmeye çalışıyor, detaylı notlar alıyor, ama aktarırken sübjektiflikten kaçamıyorum. Hayatımda yaşadıklarım, görüp duyduklarım makalelerimde ele aldığım, belki de hiç bilinmeyen orijinal bir konunun aktarımında dahi afacan bir çocuk gibi şu göçebe hayatımda bir anda sayfadaki yerini buluveriyor. Örneğin Londra’da Milli Portre Galerisi’ni gezerken gördüğüm bir portredeki detay, resmedilen kişinin elindeki nota, ya da bir obje yepyeni bir makalenin başlangıç nüvesini oluşturabiliyor benim şuurumda. İngiltere’nin taşrasında trende seyahat ederken Proust okuduğumu gören Fransız Edebiyatı mezunu bir biletçiyle yaptığım sohbet veya Puccini’nin torunuyla Milano’da dedesinin gittiği aynı café’de içtiğim bir sabah kahvesi, Keats’in şiirlerinin kulağımda bıraktığı melodi, bir Merchant Ivory filminin arka fonunda çalan bir bestenin karlı bir mevsimde St Petersburg’daki bir konserimden sonra Klin’e doğru giderken şuurumda tekrar canlanması; işte bu hisler, bu beklenmedik “gayriihtiyari hafıza” pek çok makalemin hayata gelişini tetikliyor. Ancak sanırım temelde doğduğum topraklarla yaşadığım topraklar arasındaki müzik münasebetlerinin tarihçesine farklı bakışlar sunabilmek, makale ve kitaplarımın konu itibarıyla ortak paydasını oluşturuyor. “V. Murad” balenizden bahsetmek istiyorum biraz. V. Murad’ın kompozisyonlarından yola çıkarak Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin ilk defa sahneye koyduğu bu baleyle ilgili nasıl bir tepki aldınız? Tekrardan sahnelenmesi mümkün mü? Osmanlı tahtında üç ay gibi çok kısa bir süre kalmış, Çırağan Sarayı’ndaki hapis ömründe piyanosu başında valsler bestelemiş bir padişahın hayatını kendi müziğinin de kullanıldığı bir partisyondan yola çıkarak, koreografi içerisinde baleye dönüştürmek fikri epey bir zamandır hayâl ettiğim bir projeydi. Ankara Devlet Opera ve Balesi bu hayâlimi 2012’de hakikat yaptı. Onlara müteşekkirim. Eser geçtiğimiz sezon içinde de Antalya’da sahneye kondu. Sanırım bu sezonda da yer alacak. İlgi bütün temsillere bir hayli yüksekti; ancak böyle bir eserin dünya bale kumpanyaları tarafından da ilgi görmesini arzu ederim. Ne yazık ki polarize olmuş toplumlar derhal olguları ve insanları kompartmanlarına ayırarak bir şekilde etiketleme tehlikesine düşebiliyorlar, ancak “Érard piyanosu başında vals besteleyen bir Osmanlı padişahı” dediğiniz zaman zaten bütün bu tarafgir klişeler ister istemez ortadan kalkmak zorunda kalıyor. Sanatın kıymeti de belki böylesine tezat oluşturacak hakikatleri kendi bakış açısından özel bir senteze dönüştürebilmekteki gücünde yatıyor. Yerine göre bu öyle bir tezat olabiliyor ki pek çok kişi bu eseri haliyle Osmanlı döneminde geçen bir bale olarak algılasa da anlatılmaya çalışılan içsel duygular belki de eserin değişik katmanlarında cereyan eden farklı dinamiklerde hayat buluyor. Sultan V. Murad’ın bugün hayatta olan akrabalarını tanıyor olmam, bahsettiğim Érard piyanosunun tuşlarına dokunduğum anda hissettiğim unutulmaz heyecan ve arşivimde ona ait yazma bir notanın bulunuyor olması bu bale eserini yaratmamda benim için en güçlü itici kuvvetleri oluşturdu. Afişte yer alan Çırağan Sarayı’nın anıtsal rıhtım kapısının fotoğrafını çektiğim anı, perde kalkıp bale canlandığı zaman karşımdaki karanlık sisli dekor içerisinde görerek hatırlamış olmam, sanırım sohbetimizin başından beri bir “leitmotif” gibi cevaplarımda yer alan, hayatımızın göremediğimiz o yol haritasının bir an için bize göz kırptığını hissetmemiz gibi bir duygu olduğunu bana gösteriyor. 2014’de yeni yayımlanmış kitabınız “Elgar Türkiye’de: İngiliz Bestecinin İstanbul ve İzmir Günleri” ile ilgili biraz bilgi almak istiyorum. 2012’de Elgar hakkında Türkiye Cumhuriyeti Londra Büyükelçiliği’nde de resital eşliğinde bir konuşma yapmıştınız. Bu konu ne zamandan beri gündeminizde? Araştırma süreciniz nasıl gelişti? Kitabı henüz okuma fırsatını elde etmemiş olan okurlarımız için bir özet sunabilir misiniz? Sir Edward Elgar çocukluğumdan beri en sevdiğim besteciler arasındadır. Londra’da Elgar’ın da zamanında üyesi olduğu Savile Club’da bir arkadaşımla çok özel bir akşam yemeğinin ardından ertesi sabah trenle bestecinin doğduğu 170 km mesafedeki Worcester şehri yakınlarındaki Lower Broadheath Köyü’ndeki müze evi günübirlik ziyaret etmeye karar verdim. Gelecekten habersizdim; ancak Elgar Türkiye’de kitabımın tohumları meğer o gece ve ertesi gün yapmış olduğum o unutulmaz ziyarette saklıymış. Ziyaretimde Elgar’ın 1905’te İstanbul ve İzmir’e yapmış olduğu yolculuk sırasında tutmuş olduğu anı defterinin mevcudiyetini öğrendim. Konuyu o sırada Londra Büyükelçimiz olan Ünal Çeviköz ile paylaştım; Londra’daki büyükelçilik rezidansımızda İngiliz Kraliyet Ailesi’nden York Dükü Prens Andrew ve Osmanoğlu Ailesi mensuplarının katıldığı bir gecede mini bir konserle bu seyahati anlattım. Daha sonra etkinliği İstanbul’da Pera Müzesi’nde tekrar ettik ve bu vesileyle kaleme aldığım resimli küçük bir kitap basıldı. “Muhteşem bir güneş doğuşu ve İstanbul’un minareleri yavaş yavaş sisten çıkmaya başlıyor - harika! harika!” diye Elgar anı defterinde 25 Eylül 1905’te İstanbul’a gelişini kaydetmiş; Pera Palas Oteli’nde kalmış, Topkapı Sarayı ve Kapalıçarşı’yı gezmiş, Boğaz’da yolculuk etmiş, Tarabya’daki İngiliz Büyükelçiliği’nin yazlık rezidansında özel bir konserde çalmış ve ardından İzmir’e geçerek In Smyrna adında solo piyano için bir beste yapmış. İşte bütün bunlar kitabımda detaylı olarak Elgar’ın anı defterini takiple, görsellerle birlikte yer alıyor. Gençlik yıllarımda BBC Dünya Servisi Radyosu’ndan istek parçası olarak onun birinci Pomp and Circumstance Marşı’nı çalmalarını istemiştim. Sanki bu dileğim seneler sonra böyle bir kitabı yazmaya beni götürecek olan yolun kapılarını açan içgüdüsel ilk adım oldu. Daha evvelden bahsettiğim gibi sizin bir de eğitmen rolünüz var. 1997-2001 seneleri arasında Cambridge’de Arın ve Sinan Bayraktaroğlu tarafından kurulmuş Uluslararası Türk Lisesi’nde bizlere Türk tarihi ve müzik tarihi dersi veriyordunuz. Diğer derslerde dikkati dağılan öğrencilerin bile sizin derslerinizi pür dikkat dinlediğini anımsıyorum. Fakat sanırım sonrasında tam anlamıyla eğitmenliğe vakit ayırmadınız. Bunun herhangi özel bir sebebi var mı? O yıllar sanırım ben de sizler gibi öğrenciydim; daha Edinburgh Üniversitesi’nden doktora derecemle yeni mezun olmuştum ve sizlerle birlikte Sawston Hall gibi 16. yüzyıldan kalma tarihi bir binada kendimce bir tür Dead Poets Society filmini yaşıyordum. Benim hayatımda da dönüm noktası oldu o yıllar. Her şeyin başında hiç o kadar çocuğum olmamıştı. Arın ve Sinan Bayraktaroğlu’nun Cambridgeshire’da böylesine bir okulu hayata geçirmiş olmaları son derece önemli ve tarihi bir olaydı. Ne yazık ki misyonları hak ettiği desteği bulamadığı için okul devam edemedi; ama sizlere bakıyorum da hepiniz çok iyi yerlere geldiniz, Hande. Örneğin sen kuvvetli kaleminle gazetelere kritik yazıları yazıyorsun, kimi Oxford’da, kimi LSE’de, kiminiz Donizetti Paşa adına bir otel açtı, kimi Holywood’a film müziği besteliyor. Sawston Hall hayatımda benim için Kavafis’in Ithaka şiirindeki limanlardan bir tanesiydi. Ben de sizlerle birlikte mezun olduktan sonra öğrenciliğimi sürdürmeye ve yaşamın değişik okullarına devam etmeye karar verdim. Resmen eğitmenlik dönemim kapanmış olsa da yazılarımda fikirlerimi ve inandığım değerleri hayatın gönüllü öğrencilerine karşılıksız olarak sunduğumu hissediyorum. Motivasyonumu da zaten bu inanç sürdürüyor. Hiç beklemediğim bir anda bir okurumdan aldığım bir elektronik posta bin tane teşekküre bedel olabiliyor. Müzik öğrencilerine ve araştırmacılarına tavsiyeleriniz neler? Kendi tecrübenizden yola çıkarak müzik eğitmenlerine ne gibi nasihâtlerde bulunursunuz? Az önce söylediğim gibi, kendimi hâlâ öğrenci olarak hissettiğim için doğrusu benim eğitmenlere verebileceğim bir tavsiyem olabileceğini düşünmüyorum. Dünyada öğrenmemiz gereken o kadar çok şey var ki, hele teknoloji sayesinde bilginin en kolay ulaşılabilir olduğu şu çağda okunacak her kitap hemen elimizin altında. Bunlar zaman içerisinde damıtılmış bilgilerin en kutsalı, klasikleşmiş eserlerin en güzeli; sabah Virginia Woolf ile kahvaltı, öğlen E M Forster ile sohbet, akşam Oscar Wilde’ın bir oyununda Viktorya devri toplumsal hipokrasisine yapılan üstü kapalı taşlamaları okumak, Chopin’in bir prelüdünde yağmur seslerini yeniden tanımak, Sibelius senfonilerinde tabiatın değişken renklerini görmek. Bu insanlar hepsini bizim için hissedip kendi özgün ifadeleriyle ölümsüzleştirmişler. Sanırım onlara kulak vermek, onlarla daha çok sohbet etmek, o zincire mütevazice de olsa bir halka olmaya gayret etmek; aynı şekilde başkalarının hayatlarında ileride, zamanı geldiğinde, yeniden doğabilmek. Bunlar tabii benim hayatımı aydınlatan, ona yön veren, kendi eserlerimi şekillendirmemi sağlayan değerler. Başkalarının hayatı için ne kadar anlamlıdır bilemem. Sonuçta yaratıcı sanatçının hayatı kendi inandığı değerleri arayışının bir yolculuğu ve o yolculukta somutlaştırdığı eserlerin ruhu değil midir? Ne mutlu bana eğer birkaç kişi şu söylediklerimden kendi hayatlarına anlam çıkartabiliyorlarsa. Şüphesiz Türk edebiyatı, araştırmacıları ve yazarları İngiliz okurlar tarafından daha çok tanındıkça sizin gibi usta araştırmacıların kitaplarının da değeri zaman geçtikçe daha da ortaya çıkacaktır. Şimdiye kadar Türkçe yayımlanmış olan kitaplarınızın (Naum Tiyatrosu, Kayıp Seslerin İzinde vb.) yakında İngilizce olarak yayımlanması gibi bir projeniz var mı? Kitaplarımın Türkçe olarak da dünyanın saygın kütüphanelerine girmiş olduğunu sevinerek görüyorum. Hatta bazı yabancı kütüphaneler tarafından dijital ortama dahi aktarılmışlar. Bu demektir ki o bilgi hiçbir zaman kaybolmayacaktır; ancak bu eserlerin İngilizce’ye tercüme edilmesi de muhakkak ki bu çalışmaların daha evrensel şekilde bilinmesi açısından önemli. İngilizce olarak pek çok değişik makalem The Musical Times’dan Cornucopia’ya kadar çeşitli dergilerde yayımlandı, yayımlanmaya da devam ediyor. Ancak bugüne kadar kitaplarım için böyle bir girişim gerçekleşmedi; dilerim bir gün kitaplarımın İngilizce tercümelerini de görürüm. Emre Aracı yakın gelecekte başka hangi projelere imza atacak? Yeni araştırma konularınızla ilgili ipucu verebilir misiniz? Konser, albüm ve bale ya da opera kapsamında yeni geliştirmekte olduğunuz projeler var mı? Uzun süredir üzerinde çalıştığım dört bölümlü senfoni tarzında bir eserim var. Bu sene bu eseri tamamlamayı arzu ediyorum. İçerisinde diğer bestelerimde olduğu gibi edebi okumalara, kişisel ve tarihi yolculuklara göndermeler bulunuyor. Bunun dışında Türkiye’nin yurt dışı büyükelçiliklerinde vermekte olduğum açıklamalı konserlerim de devam edecek. Geçmişe bugünden çok daha kolay ulaşabildiğimi bilerek, tarihte Türk topraklarına gelmiş, ancak hatırlamayı unuttuğumuz Avrupalı müzisyenlerin izlerini sürmeye de devam edeceğim; bunların yeni kitaplara vesile olmasını diliyorum. Eski bir öğrencim olarak bu röportaj için sana çok teşekkür ederim Hande ve tabii son derece önemli bir misyonu üstlenmiş olan Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Dergisi’ne. Ancak şunu da eklemeliyim ki seneler sonra karşımda senin gibi bir öğrencimin bana bu soruları yöneltmiş olması hayatımın amacının özeti olarak belki de kelimelerle anlatmaya çalıştığım bu yanıtlarıma verebileceğim en somut ve yegâne cevap değil mi? |
|
“Harabe şatoların ve yağmurlu havaların,
yuvarlanan tepelerin ve sisli İskoç tabiatının izinde”
Emre Aracı
gustoTurkey, Aralık 2006 / Ocak 2007 “Çocukluk yılları, rasyonel yaşların karanlık saati çökmeden önce hissedilen sesler, kokular ve görüntülerle ölçülür” der meşhur İngiliz yazarı John Betjeman. Ve yağmurlu bir öğledensonra Piccadilly’deki en sevdiğim kitapçı dükkânı Hatchards’da onun radyo konuşmalarının metinlerinin toplu olarak verildiği Trains and Buttered Toast kitabının sayfalarını çevirirken eski stilde tasarlanmış kapağından ve kibarca yerleştirilmiş paragraflarından kaybolmuş bir devre karşı duyulan hüzün ve nostaljiyle karışık mutluluğun sıcaklığını duyabiliyorum. Betjeman’ı kendime bir ruh ikizi olarak görüyorum; çünkü medyanın olumsuz kötülükleri saçtığı 21. yüzyıl global dünyasında da benim Britanya ve Türkiye’deki hayatım o rasyonel yaşların saatinden kaçmakla geçiyor. Benimkisi sadece kayıp bir zamanın izinden gitmek değil, aynı zamanda kayıp his ve ruhların içinde yankılandığı Brideshead’den çıkma, hiçbir zaman ait olmadığım, ama garip bir şekilde cezbedildiğim bir Arcadia’nın arayışı. Zamanla daha da kristal bir netlik kazanan bu belli belirsiz hisler, beni 20 sene önce harabe şatoların ve yağmurlu göklerin, yuvarlanan tepelerin ve sisli İskoç tabiatının izinde Britanya’ya çekmişti. Londra, Edinburgh, Cambridge’de yaşadıktan sonra ve şimdi kendimi İngiltere’nin güneydoğu köşesinde Fransa’ya bakan Kral Edward devrinden kalma bir Grand Otelin odalarında daimi ikâmette bulurken, kendiminkine yabancı bir kültür ve ülkeden yapılan geçmişe bu ilerlemeden ve aynı zamanda kişisel bakış açımı müziğin evrensel dilinden yola çıkarak anlama ve entegre etme hürriyetini yakalayabilmiş olmaktan hiç de pişman değilim. Bütün bu yıllardan sonra Londra, çocukluğumun İstanbul’u gibi bana canlı hatıralar sunuyor. İstanbul’da küçük bir çocukken BBC Dünya Radyosu’nun Lilliburlero sinyal müziğini hışırdayan bir radyodan işitmek için az mı beklerdim. Seneler sonra aynı yayın örgütünün ilk defa benim müziğimi yayınladığını duymak ne büyük bir hazdı. Ne yazık ki artık nesilleri tükenmiş olan 12 numaralı eski bir Routemaster otobüsünün üst katında –sonradan Merchant Ivory filmlerinde daha da yakından tanıyarak seveceğim– E M Forster’ın Howards End veya Maurice’ini okurken güney Londra’daki Morley College’a gittiğim günleri veya Londra Okulları Senfoni Orkestrası üyesi olarak Royal Albert Hall’da Tchaikovsky’nin 1812 uvertürünü hakiki top efektleri ile çaldığımı çok iyi hatırlıyorum. Şimdi artık benim için Burlington Arcade’deki Penhaligons’a gidip geçmiş bir devrin kokusunu almak, Turnbull & Asser’den yeni bir papyon, Royal Academy’deki bir serginin ardından bir dostla Royal Over-Seas League veya Savile Club’da bir öğlen yemeği, hepsi birer ritüel. Covent Garden Kraliyet Operası’nın çok güzel restore edilmiş Çiçekli Salonu’nda otururken Sultan Abdülaziz’in 1867’deki ziyaretini ve burada Auber’in Masaniello’sunu seyrettiğini, ardından Crystal Palace’ta 1600 kişilik dev İngiliz korosunun Türkçe dilinde kendisini karşılayışını tasavvur etmeye çalışıyorum. Uçağa yanımızda bir şişe su bile alamadığımız bir dönemde, Victoria İstasyonu’ndan kalkan eski British Pullman treninin parlak krem ve kahverengi boyalı vagonlarında yolculuk ederken, eski devir seyahatinin zarafetini daha da iyi anlıyorum. Ama Londra’da en çok huzuru Leighton House’ta Arap Salonu’nun ortasındaki şıkır şıkır suyu ruhumu temizleyen havuzun yanıbaşında dururken buluyorum. Orada –Londra’nın kalbinde– Rudyard Kipling’i daha da iyi anlıyorum: “Ah, Doğu Doğu’dur, Batı da Batı ve ikisi hiçbir zaman birleşmeyecekler […] Ama esasta ne Doğu var ne Batı, ne sınır, ne ırk, ne de doğuş”. |
"Osmanlı Sarayından Avrupa Müziği"
Ayça Abakan'ın Emre Aracı ile Osmanlı'da Avrupa müziği etkileşimleri üstüne yapmış olduğu, BBC Dünya Servisi Türkçe Radyosu'nda 1 Nisan 2011'de yayınlanan söyleşisi.
Osmanlı sarayında opera ve klasik müzik merakı ne zaman başlamış, nasıl yaygınlaşmıştı? İstanbul'da yankılanan Osmanlı kültürünü de yansıtan valslerin, polkaların ardındaki etkilenmeler, nereden kaynaklanıyor? 19. yüzyıl İstanbulu'nun İtalyan operası konusunda araştırmaları ve Naum Tiyatrosu adlı kitabıyla tanıdığımız, müzik tarihçisi, orkestra şefi ve besteci Emre Aracı, geçtiğimiz günlerde BBC Türkçe stüdyosuna konuk oldu. Emre Aracı, bu haftaki Sanat Kültür söyleşimizde, Ayça Abakan'a Osmanlı Sarayı ile Batı Avrupa ve özellikle İngiltere arasındaki müzik etkileşimlerini, Naum Tiyatrosu'nun öyküsünü ve kendi çalışmalarını anlatıyor. |
"Portreler"
Emre Aracı'nın hayatı ve çalışmaları üzerine Cosmos Media tarafından hazırlanarak youtube'da yayınlanan belgesel. |
|
Cornucopia ve Andante Klasik Müzik Dergisi'ne düzenli makalelerle katkıda bulunan Emre Aracı'nın The Musical Times, International Piano Quarterly ve The Court Historian gibi İngilizce dergilerin yanısıra Antik Dekor'da da makaleleri yayımlanmıştır. Bu websitesinde kurulduğu 2002 yılından bu yana düzenli şekilde katkıda bulunduğu Andante'deki bütün makalelerine ulaşabilirsiniz. |
Emre Aracı'nın Proust'tan E M Forster'a,
Jane Austen'dan Keats'e ve Castle Howard'dan Brideshead Revisited'e kadar çeşitli edebi konuları içeren yazılarına aşağıdaki link'ten ulaşabilirsiniz. |
Copyright © 2000-2024 EMRE ARACI