A Website Celebrating
the Life and Works of Marcel Proust |
Illiers-Combray’de Proust’un
izinde bir gün... Emre Aracı Kitap-lık, Ocak 2013, sayı: 165 “Illiers-Combray”. Hayalle gerçeğin birleştiği bu iki özel isimde öyle bir hakikat var ki elimde tuttuğum SNCF tren biletinde istikametimin yazılı olduğu gibi çok açık ve net. Oraya kalkan trenlerin saat tarifeleri de belli. Elimdeki haritada apaçık işaretli duran bu küçük kasaba Paris’in 100 km güneybatısında. Oysa bu yolculuğu yüz sene önce yapmış olsam, yine Montparnasse Garı’ndan kalkan trenle, Chartres üzerinden, sadece Illiers’ye gidebilirdim. O zamanlar Combray henüz ortada yoktu. Bu ismi duyan da olmamıştı. Sadece bir kişi hariç. O da çocukluğunun tatilleri Illiers’de geçen ve Kayıp Zamanın İzinde romanında bu küçük kasabayı bu adla ölümsüzleştiren Marcel Proust. Ama o da bilemezdi ki önündeki her şeyi yok eden zamana karşı büyük bir zafer kazanarak hayallerini sanatla her zaman canlı bir halde yaşatmanın formülünü bularak, çocukluğunun seslerini, renklerini, kokularını, mutluluk ve neşelerini Combray adıyla ölümsüzleştireceğini ve Illiers’nin bir gün gelip de ilham verdiği yaratıcısına saygıyla o hayal adı da gerçek adına ekleyeceğini ve ortaya melez, ama bu alaşımdan dolayı da aynı derecede sihirli bir hakikat çıkacağını. Dolayısıyla elimde tuttuğum o tren bileti gerçek bir istikamete de götürse, esasında geçmişe, mutlu bir çocukluğa - Proust’un romanında kendi hayatından yola çıkarak bizlere kendi hayatlarımızın geçmişine giden yolun haritasını çizdiği gibi - kendi çocukluğuma beni taşıyordu. Yoksa Fransa’nın yolumun hiç bir zaman düşmeyeceği bu taşrasında işim neydi. Yağmurlu bir sabahtı; bir Ekim sabahı (sonradan Montparnasse Garı’nda onaylatmak için tren biletimi soktuğum bilet makinasının silik mürekkebiyle üzerine tarihi ve zamanı ‘4 Ekim 2012 10:49’ olarak damgalayacağı gibi). Gök delinmiş gibi yağmur yağıyordu. Paris’te Palais Royal yakınlarında kaldığımız eski Normandie Oteli’nin beşinci katından pencere demirlerine yaslanmış bir halde sokağa bakıp uzaktaki Borsa binasını seçmeye çalışırken senelerdir beklediğim bu günübirlik yolculuktan böyle bir havada vazgeçsem mi diye düşündüm. Combray’nin Proust’un tarif ettiği Vivonne Irmağı kıyısını takip eden Swann ve Guermantes Yolları’nı çamur içinde mi yürüyecektim. Ama bu yolculuk zaten hayalimdeki kıvılcımları canlandırmak için yapılmıyor muydu; havanın ne önemi vardı. Yağmur sesi zaten en sevdiğim ses değil miydi. Otelimin bitişik olduğu Galerie Vivienne’de tesadüfen keşfettiğim ve Proust’un da bir zamanlar ziyaret etmiş olabileceğini hayal ettiğim, onun devrinden kalma eski bir kitapçıda, Librairie Jousseaume’da, eski adıyla Librairie A. Melet’de, Voyager avec Marcel Proust (Marcel Proust ile seyahat) kitabını bularak ve o kitapta belki de küçük Marcel’i taşıyan buharlı bir trenin Illiers İstasyonu’na yaklaşırken çekilmiş eski bir fotoğrafını görerek bu yolculuğumun önemini daha da idrak etmemiş miydim. Dahası aynı kitapçının önünde duran sehpa üzerinde dizili kartlar arasında Musée d’Orsay’da orijinalini gördükten sonra müze mağazasında dahi bir türlü bulamadığım Jacques Émile Blanche’ın o meşhur portresinin kartpostal baskısından bir düzine görüp yarısını satın almamış mıydım. Galerie Vivienne’nin Petits-Champs Sokağı’na açılan o heybetli kapısı, bu sokak adının yarattığı garip çağrışım, bana Tepebaşı’nı anımsatmamış mıydı. Hayır; programımdan vazgeçmemeli ve o gün kararlaştırıldığı gibi Illiers-Combray’e gitmeliydim. Montparnasse Garı ne yazık ki Paris’in en sevimsiz istasyonlarından biri. 1895’te buharlı bir trenin duramayarak istasyonun duvarını yıkıp aşağıdaki yola diklemesine düştüğünü gösteren meşhur kaza fotoğrafıyla dünyada tanınan o eski zarif bina, inanılmaz bir şekilde, 1969’da devrin Avrupa’yı kasıp kavuran mimari vandalizmi içerisinde, Londra’nın Euston İstasyonu gibi, yıkılarak yerine bugünkü sakalet nümunesi modern yapı ve onun üzerine de Paris’in her yerinden görülen o çirkin kule inşa edilmiş. 19. yüzyılda demiryollarının şehirleri işgal etmelerini de şüphesiz vandalizm olarak görenler olmuş, ama yine de insan Proust’un dünyasına, onun adım attığı bir istasyon binasından adım atmak ve bindiği trende seyahat ederken Madame de Sevigné’nin mektuplarını okumak istiyor. Beton yapı otantik havasından mahrum olsa da, istasyonun değişmeyen dünyası Proust’un edebi hayatında onunla birlikte yine de yaşıyor. Buranın yakınlarında yaşayan bir başka mekân ise Montparnasse Bulvarı üzerindeki Hemingway’in meşhur “La Closerie des Lilas” Café’si. Bir zamanlar buranın müdavimleri arasında bulunan Yahya Kemal için de masalardan birine vidalanmış, üzerinde adının yazılı olduğu, küçük pirinç bir plaket var. Trenim yavaş yavaş Chartres’a doğru hareket ederken, ben de seneler önce o Leylaklar Kahvesi’nde bir gün büyük şair anısına yediğim öğlen yemeğinde bilmeden sipariş ettiğim çiğ “Steak Tartare”ı geri yollatarak zorla pişirttiğimi ve yemek ritüelinin kutsal olduğu Fransa gibi bir ülkede nasıl olduysa oradan kovulmadığımı hatırlıyorum.
Trenin çıkardığı gıcırtıyla istasyondan yavaş yavaş hareket ediyor oluşu Proust’un anıtsal romanında yol alırken zamanı neredeyse durdururcasına yavaşlattığı temposuyla uyumlu bir armoniye dönüşürken, düşüncelerim de matruşka bebekler gibi, Madame de Sévigné’nin mektupları yerine, işte böylesine kopuk tablolar halinde birbiri içinden çıkmaya devam ediyor. Zira kişisel haccımın değişik safhalarından birinde onun müze evi Carnavalet’de Proust’un mütevazı komidinini, lamba ve pirinç karyolasını gördüğümü hatırlıyorum. Kulaklarımda Susan Graham’ın sesinden À Chloris’i duymaya başlıyorum. Böylesine yağmurlu, kasvetli bir günün müziği ancak Reynaldo Hahn’ın hüzünlü bu ‘belle époque’ şarkısı olabilir. “Krallar bile benim tattığım mutluluğun ne olduğunu bilmiyorlar” diyor Hahn’ın mısralarını şarkısında bestelediği Fransız Barok şair Théophile de Viau. Eğer tabii Chloris’in ona duyduğu aşk gerçek ise. Oysa Proust bizlere kitabında hüsranla sonuçlanan bu ilişkilerde kişinin karşısından algıladığını sandığı aşkın esasında kendisinin içinde duyduğu hislerin karşı taraftan bir tür geri yansıması olduğunu anlatmıyor mu. Tren pek çok kırık kalplerin tarlası olan Versailles’ın şantiyesinden geçip Fransa bozkırlarında ilerlerken yağmur da bir anda yerini beklenmedik bir güneşe bırakıyor. Kara bulutlar göğe uzanan uçsuz bucaksız upuzun bir yol gibi üzerimizden geçip gidiveriyorlar. Yine de aşkın, tek taraflı olmakla birlikte, beklenen bir yolculuğun heyecanında, ya da Proust’un zamansız vefat eden İngiliz arkadaşı Willie Heath’e ithaf ettiği Les Plaisires et les Jours kitabında tanımladığı o “arkadaşlık” kavramının derinliklerinde yattığını gösterdiği gibi, kişi üzerinde son derece mucizevi boyutlarda iyileştirici bir etkiye sahip olduğu tartışmasız bir gerçek. Hele onu Proust’un engin edebiyatının dilinden okuyup anlayabilmek, ilaç prospektüsünü okumaya mecbur kalmaktan çok daha iyi. Bu defa Hahn’ın Verlaine’in şiirini bestelediği Offrande şarkısı geliyor akla; meyve, çiçek, yaprak ve dallardan sonra sunulan ve sunulduğu kişi için çarpan o kalp. Odette de Crécy için kalbi çarpan Swann’ı hatırlatıyor bana derhal; Marcel’in romandaki çocukluk arkadaşı yazar Bloch’u Londra’daki National Gallery’de asılı duran Gentile Bellini’nin fırçasından çıkma Fatih Sultan Mehmed portresine benzeten Charles Swann’ı. Proust’un satırlarından bu benzetmeyi Swann’ların Tarafı’nda okuduğumda ne kadar da şaşırmıştım. Londra, İstanbul, Paris, Bellini ve Proust; Swann içeri adım attığında Léonie Hala’nın bahçe kapısının üzerinde çalan çıngırağın sesi. Hepsi de o kayıp zaman gobleninin içinde farklı renkleriyle bir bütünü tamamlıyorlardı. Proust’un dev romanı İngilizceye ilk defa C. K. Scott Moncrieff tarafından 1920’lerde tercüme edildiğinde Remembrance of Things Past başlığı altında yayımlanmıştı. Shakespeare’in “When to the sessions of sweet silent thought / I summon up remembrance of things past” mısralarıyla açılan 30. sonesinden alınan bu başlık - Talât Halman’ın tercümesiyle “Bazen geçmiş günlerden kalanları anarım / Bir araya gelince hoş sessiz düşünceler” - The Cambridge Introduction to Marcel Proust kitabının yazarı Adam Watt’a göre Proust’un “istek dışı hatırlama” olgusuna ters düşmekte. Zira Proust’un dünyası bilinçli bir hatırlama yerine farkında olmadan yaşanan duysal dürtülerin bir anda geçmişi kişinin önünde canlandırma esasına dayanıyor. Aynen Roza Hakmen’in Türkçe’ye kazandırdığı o meşhur “madlen” episodunde olduğu gibi: “…tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kâseye attıkları silik kâğıt parçalarının, suya girer girmez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ev, insan olduğu oyunlarındaki gibi, hem bizim bahçedeki, hem M. Swann’ın bahçesindeki bütün çiçekler, Vivonne nehrinin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip hacim kazandı, bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı”. Dolayısıyla bu olay “yeniden yakalanan, belleğin yaratıcı gücüyle yeniden canlandırılan bir geçmiş”e yolculuk olarak ortaya çıkıyor. Benim madlenimi çaya batırıp benzer mucizeler bekleme gibi bir hata yapmaya niyetim yok; ama yine de benzer mucizelerin benzer başka hislerle yakalanabileceğine ve buna inanmış bir yazarın hayatının izini sürerek kendi hayatlarımızın kilitli hakikatlerine ulaşabileceğimize inancım çok kuvvetli. Proust da bu düşünceyle hayranı olduğu Ruskin’in izinde, onun ziyaret ettiği pek çok katedrali ziyaret edip, onun ruhunu duymaya ve hakkında yazarak başkalarına duyurmaya, en sonunda da kendi eserini dev bir katedral boyutlarında yaratarak bu amacına ulaşmayı başarmamış mı. İşte tam da o anda uzakta Chartres Katedrali’nin sivri kulelerini görüyorum trenden. Proust için mimarileri farklı bu iki kule yalnızlık ve ayrılığı ifade edermiş; çok iyi bildiğim duyguları. O da ailesiyle birlikte burada tren değiştirirken katedrale bakarmış; biz de tren değiştirdiğimiz Chartres’daki yarım saatimizde aynı şeyi yaptık. Bana hem romandaki Martinville episodunu, hem de eski bir gravürünü gördüğüm Mağusa’daki Lala Mustafa Paşa Camii’ni hatırlattı. Acaba Ruskin ve Proust görmüş olsalardı nasıl anlatırlardı Kıbrıs’taki bu 14. yüzyıldan kalma gotik katedralden dönüştürülmüş tek minareli eklektik camiiyi. Chartres da Proust’un zamanından bu yana epey değişmişti; katedralin civarındaki “Pacha Kebab” ve “Le Khedive Bar” hemen dikkatleri çekiyordu. Ya bizi Illiers-Combray’e götürecek olan trenin “Courtalain Ekspresi” oluşuna ne demeli. “Kurtalan Ekspresi mi?” diye soruyorum Fransa bozkırının ortasında.
Sonunda Illiers-Combray istasyonunda trenden iniyoruz. Garip bir hisle istasyon binası ve binanın cephesinde çerçeve içerisinde beyaz fona siyah büyük harflerle kasabanın adının yazılı oluşu bana çocukluğumun tarihi Suadiye tren istasyonunu hatırlatıyor. İstasyon şefi bizim başka bir gezegenden gelmiş gibi şaşkın şaşkın etrafa bakışlarımızı görünce elinde bir kroki ile koşarak yanımıza geliyor. Léonie Hala’nın evine gitmek istediğimizi nasıl da anlamış. Ama bilmiyor ki Proust o krokiyi çoktan benim önüme koymuş, Stéphane Heuet ise yürüyeceğim o sokakları ve bulacağım o tarihi evi çizimleriyle belleğime işlemişti. Hatta Heuet ile yazışmış ve çok yakında bana Proust’un eserini adapte ettiği muhteşem çizgi romanının Türkçe olarak da yayımlanacağı müjdesini bana vermişti. Ama üzerinden bir sene geçmiş olmasına rağmen henüz Heuet’nin eserinin Türkçe baskısı ne yazık ki ortada yok [YKY 2014 yılında Stéphane Heuet'nin Proust adaptasyonlarını Türkçe tercümesiyle yayımlamaya başladı]. Üç bin küsur nüfuslu Illiers-Combray’de o gün etrafta kimseler yoktu; kasaba adeta terk edilmiş bir haldeydi. Villaların bahçelerindeki ulu çam ağaçları çocukluğumun çamlarını hatırlatıyordu. Birisinin 70. yaş günü için bahçe kapısı demirlerine bağladığı rengârenk balonlar yerlerinden koparak boş sokakta uçuşuyordu. Peşlerinden koşup yakaladıktan sonra, yerlerine asarken, belki de senelerdir elime balon almadığımı düşünerek, gerçekten de çocukluğuma geri döndüğümü hissediyordum. Acaba bu şakayı Proust mu hazırlamıştı? Sonbaharın paslandırdığı al yaprakların sardığı duvarlar tabiatın renk değiştiren kumaşını ruhumuzu ısıtacak bir şal gibi dokumuştu. Kaybolan gri bulutların yerini alan masmavi gökteki pamuk kümülüslerin arkasına zaman zaman saklanan güneşin yarattığı gümüş çerçeve bu tabloyu tamamlarken artık Proust’un cennetine adım attığımı hissediyordum. Akla Swann’ların Tarafı’nın tanıtım yazısındaki şu cümleler geliyordu: “Combray’de günbatımı, alışkanlık, iyi geceler öpücüğü, Françoise, ıhlamura batırılan madlen, Léonie Hala, kilise, Adolphe Amca, pembeli kadın, bahçede kitap okuma, akdikenler, mehtapta gezinti, sonbahar yalnızlığı, arzunun doğuşu, Balbec, zambak kokan oda, Verdurin’ler ve müritleri, Swann’la Odette’in karşılaşması, Vinteuil’ün sonatı, Swann’ın aşkı, kasımpatları, kıskançlık, yalan, bekleyiş, müziğin dili, Champs-Élysées’de karlı günler, Gilberte, hayal kırıklığı, umut...”. Derken bu hayal dünyası ıssız kasaba meydanına ulaştığımızda tekdüze bas seslerin bir matkap gibi ruhu deldiği sevimsiz bir müziğe yerini bıraktı; küçük bir arabaya doluşmuş kasabanın işsiz genç oğlanları direksiyon başında patinaj çekerek bir aşağı bir yukarı dolaşıyorlardı. Proust olsa eminim Balbec’teki kızlar çetesi gibi onları da bir şekilde romanına katardı; ama tütsü kokan ve vitray camlarından geçen güneş ışınlarının içeride loş bir gökkuşağı çizdiği St Jacques Kilisesi böyle bir anda sığınmak için en uygun liman olarak karşımıza çıktı. İçeri adım atar atmaz romana kaldığım yerden devam ediyormuş gibi, küçük Marcel’i St Hilaire adını verdiği bu kilisede Guermantes Düşesi’ne hayranlıkla bakarken hayal etmeye başladım. Kilisenin kapısından dışarı adım attığımızda ise Chartres’daki gastronomik temanın burada da devam ettiğini karşımızdaki “Le Sultan” tabelasından anlamam uzun sürmedi. Proust’un Combray’i ne kadar da değişmişti. Ama bizim Sultan Lokantası’nda yemek yemek gibi bir niyetimiz yoktu. Bizi Léonie Hala’nın evinin karşısındaki adını St Hilaire’den alan içi yapma üzümler ve rengârenk suni çiçeklerle süslü, masa örtüleri şeffaf plastikle kaplı, salon de thé’den bozma, pizzeria’dan çatma, aynı zamanda bar ve brasserie olduğunu cephesinde ilan eden eklektik bir taşra restaurant’ı bekliyordu. Burası Proust’un aristokratik salonlarından ve gastronomik zevklerinden ne kadar da uzak bir dünyaydı. Ama hiç olmazsa kimsenin sahte bıyıklarla bize turistik madlenler sunmak gibi bir arzusu yoktu. Öğledensonra saat 2’de Léonie Hala’nın evi nihayet ziyaretçilerine açıldı. Çıngıraklı kapıdan geçip, kestane ağaçlı yoldan yürüdükten sonra gerçekten de o bahçeye doğru yönelmiş olarak yavaş yavaş ilerliyordum. Bu coğrafya ve topoğrafya ile hiç bir alakam olmasa da Proust’un edebiyatından hayalimde canlandırdığım, Stéphane Heuet’nin çizgi romanında gördüğüm, Bernard Lamotte’un fırçasında bir akşam vakti karanlığında tek pencereden sızan sarı loş bir ışığın aydınlattığı, benzer endişeleri, mutlulukları, korkuları ve heyecanları tattığım kendi çocukluğumun bahçesindeydim. O zaman aklıma Albert Camus’nün şu sözleri geldi: “Kendi tecrübemden biliyorum ki insanın hayatı, sanatın bütün dolambaçlı yollarından gittikten sonra, bütün varoluşunu ilk defa ortaya koyan o iki veya üç kuvvetli görüntüyü tekrar bulmak için çıkılan uzun bir yolculuktan başka bir şey değil”. Nerede olursa olsun edebiyatın o dolambaçlı yolu zamana işte böylesine karşı gelebiliyor. Romanda Léonie Hala’nın evi olarak geçen bu köy evinde gerçekten de bir zamanlar Proust’un halası ve eniştesi Elisabeth ve Jules Amiot oturmuşlar. Proust’un baba tarafından soy kütüğü Illiers’de 16. yüzyıla kadar geriye gidiyor. Küçük Marcel 6 yaşından itibaren beş sene boyunca tatillerini hep burada geçirmiş. Ancak geçirdiği astım krizleri çiçeklerin ve ağaçların bol olduğu ev ve çevresini bir daha ziyaret etmesine engel olmuş. O kadar ki Proust halasının 1886’daki cenazesinden sonra bir daha Illiers’ye hiç gelmemiş. Eşinin vefatından sonra Jules Amiot vefat ettiği 1912’ye kadar evde oturmaya devam etmiş ve ardından burası satılmış. 1954’de Elisabeth’in torunu Germaine Amiot evi tekrar geri satın alarak 1947’de kurulmuş olan Marcel Proust ve Combray Dostları Cemiyeti’ne 1976’da bağışlamış. Böylelikle Kayıp Zamanın İzinde romanının en kilit mekânlarından biri olan ve Proust’un edebiyatıyla ölümsüz hayat bulan Léonie Hala’nın evi taşıyla toprağıyla da yok olmaktan kurtulmuş. Üç katlı bu ev Proust’un yazdıkları ve bulunabilen birkaç fotoğrafla tekrar o günkü haline geri çevrilmiş. Bahçede ilk dikkatimi çeken, sonradan seraya dönüştürülmüş olan, Türk hamamı oluyor. Elimdeki İngilizce kılavuz kitap burayı “Turkish bath” olarak tanımlıyor. Bir akşam vakti Folkestone West tren istasyonunda gördüğüm, platformun ucundaki yeşil sinyal ışığının kuvvetli bir mehtap hüzmesi gibi üzerine vurarak parladığı, ışıkları kandil gibi yanan eski bir İngiliz Pullman treninin vagonlarının oval pencerelerini hatırlatan, kırmızı ve krem renkli tuğlaların çevrelediği, üzerinden Çırağan Sarayı’nın anıtsal rıhtım kapısının şark usulü çerçevesine benzeyen bir bordür geçen bu pencere Proust’un çocukluk evinde benim için hiç beklenmedik bir keşif.
Kalabalık bir tur otobüsü bu şirin eve akın etmeden önce hemen içeri adım atıyorum. Duvarları lambri bir yemek odası; asılı çini tabaklar, şömine ve eski bir saat. Proust, Ruskin’den tercüme ettiği Sesame and Lilies kitabına yazdığı önsözünde bu odayı hatırlarken burada kitap okuduğu saatlerde bu objelerin cevap beklemeksizin kendisiyle konuştuğunu ve bunları arkadaşları gibi gördüğünü anlatıyor. Bana Léonie Hala’nın evinin ortasında Abdülhak Şinasi Hisar’ın dillendirdiği eski yalı ve köşklerden çıkma eşyaları hatırlatıyor. Eski bir konakta yüklük açılınca ortaya çıkan yastıkları Geçmiş Zaman Köşkleri’nde Hisar şöyle anımsıyor: “Üstünden hafif bir lavanta çiçeği kokusu duyulan bu yük açılınca, biz çocuklar, kenarlarından renkleriyle tanılan yorganları kat kat sıralanmış görünce gülmeye başlar, zira, bir bahçesnin renk renk çiçekleri tarzında sıralanmış bütün bu yorganları, gözlerini, yüzlerini, huylarını, seslerini bildiğimiz mahluklar gibi duymaya koyulunca gülmekten kendimizi alamazdık”. Tebessümle o lavanta kokusunu şimdi bu yemek odasında duymak ne enteresan. Françoise’ın mutfağına da bir göz attıktan sonra gıcırdayan merdivenlerden üst kata çıkıyorum. Léonie Hala’nın odası romandaki mizansen gibi hazırlanmış. Hasta yatağından dışarıyı seyreden ve küçük Marcel’e madlenini çaya batırmayı öğreten halanın yatağının baş ucundaki masada eski bir Vichy su şişesi duruyor ve de bir çay fincanının kenarında istiridye kabuğu şeklindeki madlen gözüme çarpıyor. “Plastik bir madlen” diye eleştiriyor Alain de Botton Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir kitabında ve Illiers-Combray’i ziyaret etmeyi bir yazara fazlasıyla kendinizi kaptırmanın getireceği rahatsılzıkta beşinci semptom olarak listeliyor. O zaman bir doktora mı gitmeliyim acaba? O masanın üzerindeki plastik madleni görmüş olmama rağmen, Proust’un gerçekten yaşadığı bu evin ziyaretçiye peş peşe değişen bir tiyatro dekoru havasındaki mizansenlerle anlatıldığına tanık olmakla birlikte bu cennete adım atmış olabildiğime mutluyum. Çünkü o dekor beyaz bir perdeye eski bir projeksiyon makinesinden yansıtılan görüntüler gibi - ki bu düşünce yine bana Bernard Lamotte’un fırçasından Marcel’i böyle bir mizansende anımsatıyor - hayalimizin engin derinliklerinde zaten kendi gerçeğinin boyutuna ulaşmış olarak tekrar hayat bulmuş oluyor. Siz artık o odada plastik madlene ve o mizansene bakarken zaten onun ötesinde bir dünyayı görmeye başlıyor ve oraya doğru adım atmış oluyorsunuz. Dolayısıyla her alelade Fransız kasabasında bulunabilecek o sıradan taşra evi sizi esasında kendi şuurunuzda eşsiz ve engin bir dünyanın eşiğine taşıyor. Ve o anda yine Hisar’dan aklıma şu satırlar geliyor: “Bu vakitler gözlerim iç varlığıma açılırdı. Artık kendi ülkeme, kendi cihanıma döner, asıl serbestimi ve samimiyetimi bulurdum. Bendeki hayalin çeşmeleri açılır, bütün hulyalarım çağlar, vücut ve ruhumu bir şiir kaplar, benliğimin şahsi zevklerinin taştığını, geniş kanatlar açtığını, benim asıl bu zamanlar için doğmuş olduğumu, dünyanın bana ömrümün fevkinde verdiği vaatleri ve ettiği davetleri duyardım. Ben artık hakikatten daha tesirli bir hulya, kendi âlemim içindeydim. Hayatın vereceği bildiğim zevklere, zevkime, ihtişamıma, aşklarına doğru gidiyor ve çocukluğu bırakarak bir şiir âlemine dalıyordum. Biliyordum ki bu güzellikler ancak ruhuma ve ruhum onlara eştir”. Bu hisler Boulevard Malesherbes’de 9 numaralı apartmanın önünde dururken de içime gelmişti. Proust’un ailesiyle birlikte 30 sene yaşadığı bu binanın cephesinde onun bir zamanlar burada oturduğuna dair bir plaket dahi yoktu. Üstelik orada madlenin plastiğinin dahi esamesi yoktu. Mali müşavirlik ofisine çevrilen bu dairede ekonomik hayat yarışına karşı zaman kavramı Proust’un temposundan artık çok daha süratliydi. O an tesadüf içeriden çıkan Robert de Saint-Loup havasındaki genç bir adam beni normalde halkın ziyaretine kapalı olan bu daireye sokmuş, içeride toplantı olduğu için Proust’un odasını gösterememiş de olsa, anlık ve ayaküstü bir ahbaplığın keyfiyle bana, Proust günlüğümün sayfalarına, heyecanını hep içimde taşıyacağım organik bir episod kazandırmamı sağlamıştı. Adını dahi bilmediğim o insan Guermantes Tarafı’ndan canlı bir karakter gibi tekrar 9 numaralı apartmanın içinde kayboldu gitti. Bense dairedeyken bir ara kapısı aralanan Proust’un yatak odasından bozma toplantı salonunun tavanındaki altın yaldız süslemelerin şuurumdaki ışıltısıyla Champs-Élysées’ye, Allée Marcel-Proust’a doğru, ağır ağır yürüyerek yoluma devam ettim. Léonie Hala’nın evine kalabalık otobüs kafilesi varmış ve kasabanın tek fırınındaki bütün madlenleri satın alıp bitirmişlerdi. Evin çatıkatındaki Paul Nadar’ın objektifinden Proust’un dünyasına girip çıkmış insanların fotoğraf sergisini gezdikten, Willie Heath’in zerafetine hayran olduktan ve Vivonne Irmağı kıyısında kısa da olsa yürüdükten sonra artık Illiers-Combray’e veda etme zamanı gelmişti. Evet burası belki de sıradan bir Fransız taşra kasabasıydı, ama kişiyi kendi çocukluğuna geri götüren, saklı yolların labirentinde pek çok kere yürümüş bir insanın kelimelerle yola serpiştirdiği küçük taşlarla bizlere yol gösterdiği o hayatından bugüne ulaşan canlı bir kesitti. Bana kırk sene sonra akşam çökerken çok eski bir çocukluk arkadaşımla beraber Suadiye’ye yaptığım bir ziyareti hatırlattı. Önünde faytonların beklediği, çocukların kahkahalarıyla çınlayan, ulu çamların altında, Suadiye Oteli’nin yanındaki o site artık sessiz bir halde terk edilmiş ve yıkılmayı bekliyordu. Çam ağaçlarının dalları pencereleri sökülmüş çıplak duvarları sarmış, tenis kortunun silindiri kapının önüne atılmıştı. Akşam karanlığı inerken, oyun bitince ışıkları sönen bir tiyatronun sahnesinde seyirciye veda eden oyuncular gibi, site bize veda ediyordu. O gece site grubu bitişikteki Suadiye Oteli’nin terasında toplandı. Toprak aynı topraktı, hava aynı havaydı, deniz aynı denizdi, ama her şey, her yer o kadar değişmişti ki. Proust’un dünyasında, Paşa, Hıdiv ve Sultan Lokantaları’nı gördükten sonra esasında şaşırmamak lazım; Balbec gibi bir Grand Otel’de bu satırları kaleme alırken, kırk sene sonra çocukluğumun geçtiği Suadiye’de eski arkadaşlarımla bir araya geldiğimiz Suadiye Oteli’nin terasında açılan lokantanın da adı Café de Paris olmuştu; şuurumda garip bir şekilde “Illiers-Suadiye” doğmuştu... |
Jane Austen ve Bath
Emre Aracı Vatan Kitap, 15 Eylül 2011 Öyle kitaplar vardır ki sayfalarını çevirdikçe konunun geçtiği şehir gözünüzün önünde satırlarında akıp giden kelimelerin birer tuğla gibi üst üste gelmesiyle bir anda o sokakları benliğinizin engin derinliklerinde yavaş yavaş inşa ettirdiğini size hissettirir. Eğer yazarınız bunu usulce yapıyorsa, farketmezsiniz bile o şehrin haritasının giderek nasıl da yüreğinize işlendiğini. Kahramanınız şehrin parklarında, caddelerinde yürürken ve her bir kapıyı açıp bir binadan diğerine girerken siz de o sayfadan esen tatlı rüzgarla içinizde gıdıklayıcı bir cereyan koptuğunu hissedersiniz. Akşam olup da yatağınıza girip, loş okuma lambanızın ışığında, kitabınızın sayfalarına bıraktığınız yerden devam ederken o hayal şehir yine etrafınızda yükselmeye başlar. Siz karyolanızla adeta sihirli uçan bir halının üzerinde gidermişçesine artık sizinle özdeşleşen şehrinizin hükümdarı gibi kuşbakışı olup bitenleri büyük bir dinginlikle süzerken kahramanınızın da romanın bundan sonraki kısmını sizinle birlikte yaşamak için sizi o satırların arasından çağırmaya başladığını farkedersiniz. İlk önce bunu görmezden gelmeye çalışırsınız. O kadar işinizi gücünüzü bırakıp nasıl da bir roman karakterinin uğruna o sıcak yatağınızı terk edip o şehrin sokaklarına inebilirsiniz? Hem böyle bir şey olabilir mi? Bu saçma düşünceleri aklınızdan silip atarak ışığınızı söndürürsünüz. İşte İngiltere’nin Batı coğrafyasında yer alan Bath şehrine Jane Austen’ın kahramanı Catherine Morland beni böyle cezbetti. O gece ışığımı söndürdüm söndürmesine, ama bu düşünceler hayalimde pırl pırıl yanıp durmaya devam etti. Sanat denen o yaşayan organizma, o kitaptan hap gibi yuttuğum kelimelerle ruhuma girmişti bir kere. Jane Austen’ın o titizlikle anlattığı mekânları yerinde gidip görerek hissetmeli, tanıyıp anlamalı ve kendi benliğim üzerindeki etkisini yaşamalı ve başkaları için yaşatmalıydım. Sabah beni istasyona götürmek için gelen takside Madam Butterfly çalıyordu; günüm iyi başladı diye düşündüm kendi kendime Manş denizinden esen rüzgarlı yağmura rağmen. Birkaç gün önce çetelerin sokaklarını ateşe verdiği, mağazalarını talan ettiği, ama bir tek Türk mahallelerinden döner bıçaklarıyla kovalanan serserilerin püskürtüldüğü Londra sokakları sessiz ve sakindi. Bense Bath’a doğru yoluma devam ettim. Öğledensonra kasvetli bir havada elimde Northanger Abbey, bu eski Roma şehrinin sokaklarında Jane Austen’ın izini sürüyordum. Ama önce istasyonda trenden iner inmez bir harita aldım kendime; “Jane Austen zamanındaki Bath şehri haritası” yazılıydı üzerinde. Yani tam 200 sene öncesinin haritası. Normalde insan elinde böyle bir haritayla güncel şehir haritasını karşılaştırarak için çeker, “vah vah nereleri varmış da haritadan silinip yok olmuş gitmiş” der kendi kendine. Ama Bath’ta Jane Austen’in baktığı haritayla yolunuzu bulmak, kahramanlarının adreslerine gitmek, kapılarında durup onları hayal etmek, parklarında yürüyüp aynı ağaçlara bakmak mümkün. Bir tek Jane Austen Merkezi’ndeki Austen kılıklı rehberler bu şehrin otantik dokusuna aykırı; ama tursit sellerinin beklentisi olan bu tip manzaralar sizi rahatsız etmesin; Bath’ta sizi okuduğunuz kitabınızın kahramanları bekliyor zaten. O yüzden içiniz rahat olsun. Adından da anlaşılacağı üzere Bath bir termal kaplıca şehri; günde bir milyon litre fokurdayan kaynar su yerin altından fışkırıyor. Burada ilk hamamı kuranlar ise ülkemizde de sıklıkla rastladığımız gibi bölgeye 400 sene egemen olan Romalılar olmuş. Bugün Bath’ın tarihi hamamında Roma devrinden kalan kısımlara rastlamak hâlâ mümkün. Ortaçağ’da da insanlar tedavi ve şifa bulmak için buraya gelmeye devam etmişlerse de şehrin esas yükselişi 18. yüzyılda olmuş. Bath bugünkü yapılarıyla ziyaretçisini büyüleyen tarihsel mimari dokusuna işte bu devirde ulaşmış. 1702’de Kraliçe Anne’in tedavi için kaplıcalara gelişi; kraliyet ve aristokrasinin gidirek bölgeye ilgisinin artmasıyla birlikte Londra’nın jet sosyetesi bir tür kumarbaz, organizatör ve müteşebbis olan Richard ‘Beau’ Nash’in önderliğinde Bath’a akın etmeye başlayınca, belediye başkanı Ralph Allen’in direktifleriyle baba oğul John Wood’ların bal rengi yerel Bath taşından inşa ettikleri klasik Greko-Romen binalar şehrin değişik bölgelerinde geniş meydanlar, hilal şeklindeki ‘crescent’ler ve yuvarlak ‘circus’lar olarak kendini göstermeye başlamış. Bu arada ne ilginçtir ki Bath taşının çıkartıldığı ocak belediye başkanı Allen’a aitmiş. Bugün artık okul olan Allen’ın malikânesi, Prior Park, şehri çevreleyen tepelerden güney tepesinde hakim bir şekilde Bath’a bakıyor.
Jane Austen’in tanıyıp, bildiği ve Northanger Abbey ile birlikte Persuasion romanında kurguladığı Bath şehri işte bu devirden kalma. Bu, aynı zamanda, peş peşe gelen dört kral George’dan dolayı, mimaride “Georgian stil” olarak adlandırılan ve estetiğinde kuvvetli bir Greko-Romen çizgisi görülen bir devir. Otelim de böyle geniş “Georgian” caddelerden birinde: Great Pulteney Street. Catherine Morland’ı taşra hayatından kurtararak uygun bir talip bulmak için Bath’a getiren Allen’ler bu cadde üzerinde tutmuşlardı evlerini. “Burada bütün gün çok değişik eğlenceler var; görecek ve yapacak çok şey var, ki bunların hiç biri orada yok... Bath’ı hep konuşacağımdan eminim. Burayı o kadar seviyorum ki... Kim Bath’tan sıkılabilir ki?” Bu sözler Catherine’e ait. Bu satırları Great Pulteney Street’te okumak, çok sevdiği ve özlediği iyi kalpli ağabeyi James ile heyecanını paylaştığını düşünmek ve o şehrin artık sadece hayalinizde yükselmediğini, gerçekte sizi sardığını hissetmek; üstelik bu gerçek dokuda aheste bir halde terk edilmiş sokaklarda yürürken bu kahramanlarla konuştuğunuzu farketmek. Daha doğrusu bir turist sürüsü içerisinde meditasyon yapan bir guru gibi tek başınıza kalabalıkta yürümek; Austen’in çağdaşı Mozart’ın Cosi fan tutte’sinden ‘Soave sia il vento’ triosu’nda dilenen hafif rüzgarın, romanın başından beri içinizde dolaştığını hâlâ hassasiyetle duymak. Bath’ın o rafine mimari dokusu işte böyle bir hissiyat zincirine yol açıyor insan ruhunun derinliklerinde. Great Pulteney Street’ten sola doğru Sydney Place’a dönüyorum. 4 numaranın önünde duruyorum. Burası Jane Austen’in Steventon Köyü’nden ailecek taşındıkları Bath’ta 1801-1806 yılları arasında yaşadığı ev. Cephesinde atık su borularıyla göze çarpan, dört katlı bitişik nizam bu taş binanın mütevazılığı bugün bile sadeliğinden, alelâdeliğinden anlaşılıyor. Burası bir müze değil; özel şahsa ait. Jane, kahramanı Catherine’in aksine Bath’ı hiç sevmemiş; o kalbinde gerçek bir taşra insanı, şehrin sosyal dokusu onu boğmuş. Bu açıdan Persuasion’daki Anne Elliot, Austen’e, Catherine’den daha yakın. Ama yine de Bath’a dair Austen’in hoş anıları var. Nitekim evin hemen karşısında Sydney Bahçeleri gözüme çarpıyor. Jane Austen’ın bu parkta geçirdiği güzel vakitlere dair mektuplarında referanslar mevcut: 21 Nisan 1805’te öğlen 1’de parka gittiğini ve saat 4’e kadar dönmediğini yazmış. 17 Mayıs 1799 tarihli mektubunda da Sydney Bahçeleri’nde her sabah umumi kahvaltılar verildiğinden, dolayısıyla aç kalmayacaklarından bahsetmiş. Bugün parkın o huzurlu dokusu içinden geçen demiryolu hattına rağmen aynen duruyor. O demriyolu ki başlı başına tarihi bir eser: 1840’larda Isambard Kingdom Brunel tarafından inşa edilen Great Western Railway. Çoktan asil renklerinden mahrum edilerek, çingene pembesi kapılarıyla, pijama desenleri kılığına sokulan Great Western trenlerinden bir tanesi Brunel’in tünellerinden hızla geçerek Bristol’e doğru gidiyor; bense nafile bakıp duruyorum peşinden... Akşam Bath sosyetesinin kalbi olarak 1795’te açılan Pump Room’u ziyaret ediyorum. Hamam kompleksinin bir parçası olarak inşa edilen bu balo salonu kristal avizesinin loş ışığıyla Austen’in zamanından farksız bir manzara arz ediyor. Kaplıca suyu pompayla buraya çekilerek içmek isteyen ziyaretçilere sunuluyor; aynen o zaman olduğu gibi. Romalıların tanrı Minerva’ya ithaf ettikleri hamamın kaynayan sularına geceyarısı bakarken Homeros destanlarından birinden bir manzaraya bakıyor gibi hissediyorum kendimi. Meşhur İngiliz günce yazarı Samuel Pepys’i bu suda 13 Haziran 1668 Cumartesi, sabahın 4’ünde yüzerken düşünüyorum. Keyifli anılarında bu kadar insanın bir arada suya girmesinin nasıl hijyenik olabileceğini sorgulamış Pepys, ama çok da faydalandığını belirtmekten geri kalmamış. Northanger Abbey’de de Mr Allen’in suyu içtikten sonra diğer beylerle günün politik olaylarına dair, gazetelerde çıkan haberleri konuştuğu tasvir ediliyor; Catherine aşık olduğu Henry Tilney’i burada bir sabah arıyor. O devir salona gelen herkes adını deftere yazıyor; ama Henry’nin adı ne yazık ki bu defterde gözükmüyor. Asırlar geçse de insanların günlük hayatları, endişeleri, hisleri, beklentileri bir yerde değişmiyor. Değişen sadece estetik: Bath sokaklarında artık Catherine ve Henry yerine başlarına anten takmış pembe tül elbiselerle nikahtan önceki gece gelinle damadı sarhoş etmek için partiye giden kılıksız güruhlar göze çarpıyor. Bir zamanlar hanımların tahtıravanla taşındığı bu sokaklarda artık alkolden ayılamayanlar bu şekilde karga tulumba taşınıyorlar.
Ertesi sabah Ağustos güneşi Bath taşının rengini gerçekten sıcak bir kor haline dönüştürüyor; ama esas korlaşmayı Bath’ın meşhur 18. yüzyıl balo salonu olan ve “Upper Rooms” olarak da bilinen “Assembly Rooms”unda görüyorum. Burası ne yazık ki II. Dünya Savaşı’nda Hitler’in İngiltere’nin tarihi yerlerine yaptığı bombardmanlardan ötürü, meşhur Alman turist rehber kitabı adı ile anılan “Baedeker Blitz” saldırıları sonucu tamamen bir iskelet haline dönünceye kadar yanıp kül olmuş. Ancak mucizevi bir restorasyondan sonra yer yer kırmızıya dönen taş rengine rağmen balo salonu bugün Jane Austen devri ihtişamı ile aynen yaşıyor. Dolayısıyla burada Mrs Allen’i Catherine ile birlikte kalabalık bir baloda insanlar arasında ezilmeden yürümeye çalışırlarken gözünüzün önüne getirebiliyorsunuz. Bugün de kabarık etekli, dantel elbiseli hanımlar ve kadife fraklı beyler var etrafta; ama öylece donup kalmışlar hepsi. Zira burası artık şehrin moda müzesi olmakla birlikte zaman zaman konser ve balolara 18. yüzyıl heyecanı ile evsahipliği etmeye devam ediyor. Bath’tan ayrılmadan bir skandaldan ötürü kıta Avrupa’sına sürülen eksantrik koleksiyoner William Beckford’ın Landsdowne Crescent’teki apartmanına dışarıdan bakıyorum; sonradan 20. yüzyılın Pepys’i olarak anılan, benim de keyifle hatıratından kısımlar okuduğum çağdaş günce yazarı James Lees-Milne’in evi olmuş burası. Güneşli bir Pazar öğledensonrası bando çalarken Bath’ın bakımlı Parade Bahçeleri Northanger Abbey’i okumaya devam etmek ve bir kitabın yarattığı tarihi cazibenin hâlâ sokaklarında yaşıyor olabildiğine sevinerek, tanık olmak için çok uygun bir yer; Avon Irmağı’nın kenarında şirin dükkanlarla bezeli romantik Pulteney Köprüsü’ne karşı Bath Abbey’den yükselen çan sesleri, at nallarının armonisine karışırken, cephesine nakşedilmiş merdivenlerde cennet katına gidip gelen melekler gibi bizleri o merdivenlerden çoktan çıkmış olan Jane Austen’ın ölümsüz dünyasına büyük bir iç huzuruyla götürüyor.
|
Keats ile “kalbin duyduğu sevginin kutsallığı”na yolculuk
Emre Aracı Kitap-lık, Ocak 2012, sayı: 156 İyi ki doktorluk mesleğini bir kenara bırakarak içinden gelen sesi dinleyip de şair olmaya karar vermiş; zira yazdığı şiirlerin insan ruhunu tedavi etmesindeki mucizevi iksir niteliği onun bilimum kimyasal ilaçları karıştırmak yerine bu şekilde yazdığı reçetelerin hiç bir zaman gününün geçmeyeceğini bizlere gösteriyor. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde kaleme alınan bu reçeteler 21. yüzyılın başında bile aynı tazeliğini koruyan sihirli formülleriyle tılsımlı şifreler gibi hâlâ okurlarını bir anda iyileştirebiliyorlar. Dünya döndükçe de iyileştirmeye devam edecekler şüphesiz. Gerçi bu şiirsel nebulada ruh ilacını bulmuş olmanın heyecanı, böbrek taşınızı düşürdüğünüz gündeki o korkunç acınızı Keats’in mısralarının dahi dindirmediğini ve müziğin doktoru da olsanız, tıp doktorluğu gibi kutsal bir mesleğe hayatlarını adayan o büyük insanlara ne kadar çok şükredilmesi gerektiğini unutturmamalı. Adieu, my daintiest Dream! although so vast My love is still for thee. The hour may come When we shall meet in pure elysium. On earth I may not love thee; (Endymion, Book IV) [Elveda en zarif Düşüm! Bunca engin Olmasına rağmen sana duyduğum Sevgi. Vakti gelecek elbet, buluşuruz cennette. Yeryüzünde sevemiyorum seni;] (Çeviri: Nazmi Ağıl) Yeşil renkte süet kaplı, üzerinde zarif bir çerçeve içerisinde Endymion yazan, kenarları altın varaklı, pembe ipekten ayraç kordonu solmuş, bir zamanlar kim bilir ne çok ceplerde taşınmış, Viktorya devrinden kalma eski küçük bir şiir kitabının sayfalarından bu mısralar yutulacak birer hap gibi içime girmeye çalışıyorlar. Karanlık ve büyük bir acının içinde ne çok umut yüklü bu ifadeler. Hayallerde mevcud olan bambaşka bir dünyanın, ama bir zaman gelip de o kelime dizileri, zikr gibi, defalarca yüksek sesle tekrarlandıktan sonra, gerçekliği giderek hissedilmeye başlanan o kişisel öz dünyanın umuduyla yüklü bu epik şiir. Hampstead treninde, yerin 58.5 metre altında, Londra metrosunun en derin tünellerinde, okyanusun dibinde yürüyen Endymion gibi, cebimde o eski yeşil kaplı şiir kitabıyla İngiliz romantik şair John Keats’in (1795-1821) iki sene yaşadığı ev olan Wentworth Place’i ziyaret etmeye giderken bu düşünceler geliyor aklıma, “A thing of beauty is a joy forever” mısraıyla açılan o şiirin hipnotik ve derin etkisiyle. Tünelin sonunda yüzüme vuran parlak güneş sonbaharda hâlâ yazdan kalma bir günü yaşayan Londra’nın kuzeyindeki Hampstead semtinin şirin tarihi ara sokaklarında Endymion’daki ışık oyunlarının aksini gerçek dünyanın tabiatında hissettirirken karşıma çıkan kırmızı üniformalı yakışıklı bir İngiliz askeri havasında nöbet tutan emektar eski bir posta kutusu, Keats gibi geçmişin güzelliğine estetik hassasiyet duyan insanların, bugünlerde ortada pek görülmeseler de, hâlâ mevcut olduklarını gösteriyor. Zira artık işlevselliğini kaybetmiş olan ve üzerinde Latince Kraliçe Viktorya anlamına gelen VR (Vctoria Regina) harflerini taşıyan 1870’lerden kalma bu “sokak mobilyası” sadece çevre dokusunu bozmamak için, estetik sebeplerden dolayı, kim bilir hangi Keats’lerin mücadelesi sonucunda, hunharca yerinden sökülerek atılma teşebbüslerine karşı gelinerek korunabilmiş. Bu davranış Keats’in hoşuna gider ve eminim eski bir Yunan vazosuna yazdığı gibi üzeri yapraklarla bezeli bu dökme demir posta kutusuna da dokunaklı bir kaside yazardı diye düşünüyor ve Hampstead’in şirin ana caddesinden yokuş aşağı yoluma devam ediyorum. Keats 1795’te Londra’da doğmuş; küçük yaşta bir kaza sonucu atından düşüp ölen babasını ve ardından da veremden annesini kaybetmiş. Ailesinden kendisine düzenli bir gelir kalmasına rağmen, gaddar mütevellilerin elinde parasız ve zor şartlarda, talihsiz bir yaşam mücadelesi vermiş. Çok sevdiği küçük kardeşi Tom, önce annesi ve sonra kendisine de musallat olacak olan verem hastalığından kollarında ölmüş. Kızkardeşi Fanny’i, teslim edildiği üvey ailesinde, istediği gibi rahatça ziyaret edememiş ve diğer kardeşi George evlenerek Amerika’ya göç edince Keats hayatındaki tek dayanağını da kaybetmiş. Komşusu Fanny Brawne’a duyduğu muamma aşkın ateşiyle de bir çeyrek asırlık ömrü, iyilşemek için gittiği Roma’da, yavaş yavaş veremden eriyerek bitmiş. Shelley, Byron, bir asır sonra Rupert Brooke; nedense bu romantik şairler Keats gibi hep genç tükenip gitmişler, ama o körpe ömürlerinde hissettikleri ömürler dolusu yoğun hisleri öylesine kuvvetli bir balzamla mumyalamışlar ki insan gerçek sanatçının hiç bir zaman yetişmedeğini, ancak doğduğunu ve kendi kendini yetiştirdiğini anlıyor. Keats’in ruhunda gördüğümüz o acıyı güzele dönüştüren fotosentez tekniği, büyük olsun küçük olsun, kendi iç trajedilerimizle karşı karşıya iken bizleri bir an için vaad edilen o “elysium”un kapılarına götürebiliyor ve o şiirin mısraları üzerine vuran güneş ışınlarıyla besine dönüşen heceler gibi içimizdeki negatif elektiriği bir anda pozitife değiştirdiğini bize hissedebiliyor ise, işte o an bizler de o şiirin yazıldığı gün yaratılan yeni bir eser gibi yeniden yaratıldığımız hissine kapılıyoruz. Bizlere kendimizi yenileyebilecek bu kudreti sağlayan Keats ve benzerlerinin sanatlarının diliyle mezarlarından kulaklarımıza fısıldıyabiliyor olmaları da onların bu ölümsüzlük savaşında fiziken genç yenik düşmüş olmalarına rağmen, manen muzaffer olduklarını gösteriyor. O yüzden de Keats vasiyetinde mezar taşına “burada yatanın imzası suya atılmıştı” şeklinde bir ifade konmasını istemiş olsa da, bizler iki asır sonra geriye dönüp baktığımızda o sözlerin sahibi son nefesini verirken o suyun da aynı anda donmaya başladığını ve bir daha da hiç çözülmeyeceğini görebiliyoruz. Londra’da tıp eğitimini başarıyla tamamlamış olmasına rağmen John Keats bu mesleğin gerektirdiği tabii yatkınlıktan mahrum olduğunu hisseder hissetmez, içinde kuvvetli bir şekilde mevcut olduğuna inandığı, şairlik vasfını hem kendisine ve hem de dünyaya ispatlamak üzere Endymion gibi, meçhul bir maceraya, Yunan edebiyatında keşfettiği epik efsanelere ve Wordsworth’un şiirlerinde bulduğu romantik tabiata kendi ruhunun iç sesini teslim etmekte tereddüt duymamış. Ama ne yazık ki karşısına Medusa’ların çıkması da pek geç olmamış; şiirlerinde dolaştığı Yunan mitolojisini Homeros’un özgün Yunan dili yerine George Chapman’ın 16. yüzyılda yaptığı İngilizce tercümelerden keşfetmiş olması, o devir centilmen eğitiminde Yunanca bilmemenin büyük bir gaf kabul edilmesinden ötürü Keats’e “avam şair” damgalamasına gidecek kadar inanılmaz küçük düşürücü eleştiriler getirmiş. Nitekim Endymion’ın yayımlanmasından kısa bir süre sonra Blackwood’s Dergisi’nde yazan John Gibson Lockhart Keats’in şiirini “Sevimsiz, saçmasapan bir aptallık” olarak nitelemiş ve şaire de “açlıktan ölen bir şair yerine açlıktan ölen bir doktor olmak daha akıllca ve iyidir; o yüzden dükkânına geri dön Bay John, alçılarına, ilaçlarına ve merhem kutularına” şeklinde tavsiyede bulunmuş. İyi ki dükkânına geri dönmemiş Keats. Endymion şairinin de kabul ettiği ve önsözünde aktardığı üzere yaratıcısını pişman edebilecek olan henüz çıraklık devrinin bir eseri. Keats’in bu endişelerini aktardığı takdim yazısı ise genç bir insanın yaratıcı ruhunun oluşum sürecindeki kimyasını harika ve samimi bir dille gözlerimizin önüne seriyor: “Bir gencin hayal dünyası sağlıklıdır; bir adamın olgun hayal dünyası da sağlıklıdır; ama bu geçiş dönemi arasında öyle bir süreç vardır ki ruh o zaman fermante halindedir; karakter henüz oluşmamış, hayatın yönü belirlenmemiş, emeller görülemez bir haldedir”. Keşke her ruh fermante olurken böyle Endymion’lar doğursa diye düşünüyorum. O sırada Keats Grove beliriyor karşımda. Onun adı sonradan verilen bu sıra ağaçlı küçük sokak üzerinde bahçe içinde krem rengi taş bir ev ve üzerindeki kahverengi anı plaketi gözüme çarpıyor. Neredeyse anı plaketine de bir anı plaketi gerekecek gibi; zira bu kahverengi yuvarlak seramik plaket doğumunun 100. yılı olan 1895’te Royal Society of Arts tarafından binanın cephesine yerleştirilmiş ve Şair John Keats’in bu evde bir zamanlar yaşadığını bir şiir kitabının kapağını süsleyen eski bir madalyon gibi kutluyor. İki katlı bu şirin evin özgün adı ise Wentworth Place; 1815-16 yılları arasında tek bir ev gibi duran, ancak iki yarı bitişik mesken olarak inşa edilmiş. Keats Hampstead’e ilk olarak 1816’da o devir hayranlık duyduğu ve ilk şiiri To Solitude’u, çıkarttığı Examiner dergisinde yayımlayan liberal politik aktivist, yazar, şair ve gazeteci Leigh Hunt’ı ziyaret etmek için gelmiş. Hunt o zamanlar küçük bir köy olan Hampstead’in Valley of Health olarak bilinen bölgesinde otururmuş. Sağlık vadisi anlamına gelen ve bana adı yine sağlıklı havasından ötürü “terapi” olarak kalan Tarabya’yı, sadece isimsel bir benzerlikten ötürü hatırlatan, bu bölgeye Keats hayran kalmış. Ve hem doktorluk mesleğinden hem de Londra’nın havasız dar sokaklarından kaçmak için kardeşleriyle birlikte Hampstead’a taşınmaya karar vermiş. Keats’ler ilk olarak Well Walk’ta köy postacısının kiracısı olmuşlar. George Amerika’ya göç edip, Tom da vefat edince o sırada Wentworth Place’in bir kanadında bekar olarak yaşayan arkadaşı Charles Brown 1818 yılının Aralık ayında Keats’i evinin bir kısmını paylaşması için davet etmiş. Evin Batı kanadında ise yine ortak arkadaşları, eve adını da veren, Charles Wentworth Dilke ailesi ile birlikte otururmuş. Keats 1820 Eylül’ünde Roma’ya gitmek üzere İngiltere’den ayrılıncaya kadar hep bu evde yaşamış. Büyük aşkı Fanny Brawne da bu eve kiracı olarak gelmiş ve sonra Dilke’ler taşınınca evin batı kanadına yerleşmiş. Keats La Belle Dame sans Merci, Ode on a Grecian Urn ve Ode to a Nightingale gibi bütün meşhur kasidelerini hep bu evde yazmış. Dolayısıyla bugün “Keats House” adını taşıyan ve bence Londra’nın çok az bilinen saklı bir cevher müzesi olan Wentworth Place bu romantik şairin dünyasını hayallerinde inşa etmek isteyen her hayranı için ziyaret edilmesi şart bir mekân. Evi nedense, giriş katında elime tutuşturulan krokide, üçüncü sıradaki oda olan Charles Brown’un salonundan dolaşmaya başlıyorum. Daha doğrusu dolaşamıyorum; çünkü evin bu inanılmaz atmosferi beni az sonra oturacağım yeşil bir kanepede kaskatı kalmışken Keats’in hayatında ve şiirlerinde dolaştırmaya başlayacak. Büyük bir sarkaçlı saatin ‘tik tak’ seslerinin kalp atışları gibi hissedildiği Brown’un bu küçük odasında karşıma çıkan eski bir kanepe yere kadar inen pencerelerden cennet bahçesine doğru bir manzaraya bakarken ziyaretçisini bir an dinlemek için oturmaya davet ediyormuş gibi geliyor. Oturur oturmaz broşürden Keats’in hastalandığı zaman üst kattaki yatağında mahsur kalmak yerine bu odaya kendisi için yerleştirilen benzer bir kanepeye uzanarak, vaktini sokaktan gelip geçeni seyrederek ve mektup yazarak geçirdiğini okuyorum. Objelerin yaşadığına ve mekânların soluduğuna inanan insanlar için bu organik tecrübe ikiyüz sene sonra oturduğunuz o aynı manzaranın karşısında size, ziyaretine geldiğiniz şairin de bu değerlere inandığını bildiğiniz için, karşınızdaki pencere bir anda açılıyormuş ve onun hayatından kesitler gözünüzün önünde canlanmaya başlıyormuş hissini veriyor.
Odadaki saatin ‘tik tak’ hipnozuyla Clara’nın karşısında büyüyen dev çam ağacı gibi sizin de karşınızdaki ağaçlar dökülen sonbahar yapraklarına yavaş yavaş geri kavuşup yeşererek sağlıklı Keats’i geriye getirdiklerini hissettirirken onu Endymion’u yazmak üzere tek başına İngiltere’nin güneyindeki Wight Adası’na doğru, parası yetişmediği için mecburen, bir at arabasının dış kısmında oturarak ve bütün gece yağmur ve fırtınayı yiyerek, sabah kendisini yalnız hissettiğinde de çantasından çıkardığı Shakespeare’in Tempest’ini okuyarak teselli bulduğunu düşünüyor; adadaki pansiyonda kaldığı sırada çok sevdiği bu şairin litograf portresinin tesadüfen duvarda asılı olduğunu farkederek ve onun gibi tarihe mâl olmak arzusuyla çıktığı bu yolculukta bu tesadüfü olumlu sembolik bir mesaj olarak yorumladığını görerek ve onun içinde hissettiği bu belki de çocuksu insan duygusunun esasında hepimizde var olduğunun coşkusunu hissediyorsunuz. Kısaca bir yandan hakkında yazılan değişik biyografileri, kendi şiirlerini ve mektuplarını orijinal mekanlarında birbirine paralel bir şekilde okuyarak ve onun hayatına mümkün olduğunca nüfus etmeye gayret ederek esasında iki yüz sene öncesinden bulup tanıştığınız bu kıymetli arkadaşınızla bugününüzü ve geleceğinizi paylaşmaya gayret ediyorsunuz. Dolayısıyla Keats House bir müze olmaktan çıkıyor ve arkadaşınızı ziyaret etmeye geldiğiniz, istediğiniz kadar bahçesinde oturup onu düşünebileceğiniz, kanepesinde onun da kahramanı olan hayatınızın Endymion’una mektuplar yazabileceğiniz bir ikinci eviniz haline geliyor. Zira müze yetkilileri bunu da düşünmüş olacaklar ki girişte aldığınız bilet bir sene boyunca geçerliliğini koruyor. Dolayısıyla anlıyorsunuz ki Keats bu adreste defalarca ziyaret edilmeyi bekliyor. Romantik şairlerin kişisel tecrübelerinden yola çıkarak, hayal dünyalarını simyacı hüneriyle şekilden şekile soktuklarını düşünürken, Keats’i etkileyen Endymion efsanesinin Bodrum yolunda yazları sıklıkla önünden geçtiğiniz, ama bihaber olduğunuz Bafa Gölü’nü çevreleyen Beşparmak Dağları’nda (Latmos) cereyan ettiğini bir an farkediyor ve o zaman sizi buraya getiren yolculuğunuzun başında Londra’da girdiğiniz bu tünelin diğer ucunun esasında kendi doğduğunuz topraklara açıldığını görüyor ve iki ucundan tüneli kazmaya başlayan işçilerin buluştukları heyecanlı andaki el sıkışmaları gibi siz de farklı coğrafyaların belirli evrensel değerler karşısında farklılıktan öte bir bütün olduğunu görmenin coşkusunun mutluluğunu tadıyorsunuz. İşte o zaman Keats’in evinde Endymion’ın şu açılış mısralarını bir daha okuyorsunuz: A thing of beauty is a joy for ever: Its loveliness increases; it will never Pass into nothingness; but still will keep A bower quiet for us, and a sleep Full of sweet dreams, and health, and quiet breathing. (Endymion, Book I) [Güzel bir şey sonsuz neşe demektir: Her gün biraz daha sevdirir kendini; Asla göçüp gitmez Hiçliğe; aksine Sessiz bir çardak kurar bize, Ve bir uyku sunar, tatlı düşlerle dolu, Sağlıkla, usluca soluk alıp vermelerle.] O zaman çoban Endymion ile Ay Tanrıçası Selene’nin aşkını alegorik bir dille insanın kendi ruhuna yaptığı olgunluk yolculuğu gibi işleyen bu epik şiirden ruhunuza yavaş yavaş damlamaya başlayan ay ışığının yarı karanlık aydınlığında Keats’in anlatmak istediklerine daha da yaklaştığınızı hissetmeye başlıyor ve onun Charles Brown ile birlikte İngiltere’nin Göller Bölgesi ve İskoçya’da yaptığı tabiat gezilerinde gördüğü doğa güzelliği karşısında hissederek kaleme aldığı düşüncelerine kulak veriyorsunuz: “[Windermere Gölü’nde] gördüğümüz iki manzara çok asil bir hassasiyet ihtiva ediyordu - hiç bir zaman solup gitmeyecek - insana hayatın ayrımlarını unutturan bir manzara; yaşlılık, gençlik, fakirlik, zenginlik ve insanın hissi bakış açısını odaklayan bir tür kutup yıldızı”. Keats’in bu romantik tasvirleri seyahati esnasında ulaştığı Glenapp Vadisi’nde gördüğü, sudan fışkıran, Ailsa Craig kayasının ürkütücü görkeminde ifade bulmaya devam ederken, size de üniversitedeki öğrencilik yıllarınızda bir arkadaşınızın çocukluğunun geçtiği aynı vadideki ‘İskoç baronial’ mimaride inşa edilmiş suskun bir kaleye yapmış olduğunuz seyahati ve o manzara karşısındaki dehşetinizi anımsatıyor ve buradan Keats’in de geçmiş olduğunu bilmeden o tabiata bakmış olmanın üzüntüsünü duyuyorsunuz. Hampstead’de oturduğunuz kanepede önce Beşparmak Dağları’na ardından da İskoçya’nın vahşi doğasına gidip geldiğinizi hissederken bütün bu yolculuğu kelimelerin gücüyle yapabiliyor olmanın kudretini duyuyor, Endymion’a devam ediyorsunuz.
Wherein lies happiness? In that which becks Our ready minds to fellowship divine, A fellowship with essence; till we shine, Full alchemiz’d, and free of space. Behold The clear religion of heaven! [...] To the chief intensity: the crown of these Is made of love and friendship, and sits high Upon the forehead of humanity. All its more ponderous and bulky worth Is friendship, whence there ever issues forth A steady splendour; (Endymion, Book I) [Mutluluk nerede barınır? İşaretiyle Aklımızı ilahi dostluğa, özlü dostluğa Çağıran şeyde; ışıyana kadar biz, Simyayla dönüşüp tamamen, Arınıncaya kadar boşluklardan. Göğün Duru dinini izle!] […] [……… Bunların en muhteşemi Aşk ve dostluktan yapılan taçtır, kurulur İnsanlığın alnına. Ağır ve hacimli asıl değerini Dostluktan alır, ki oradan bi ihtişam Yayılır sürekli.] Kimilerimizin sorguladığı bu sorulara, Keats de kendince bir cevap bulmaya gayret etmiş ve arkadaşlıklar arasındaki sevginin kutsallığına, bundan doğan pozitif gücün insanlığın alnında dimdik durduğuna dikkat çekmiş. Kendi devrinde yazdıkları pek ilgi görmemiş olsa da yaratıcılığı evrensel boyutta olan her sanat adamı gibi onun da algılanması değişen devirlerin zevklerine göre değişmekle birlikte, hiç bir zaman gözden düşmemiş. Viktorya devri estetiği onun zengin, duygusal ve lirik diline hayran kalmış; geç 19. yüzyıl onu sanat için sanat yaratan bir deha oluşundan ötürü yüceltmiş; 20. yüzyıl başlarında bu görüş estetik ve dilindeki görsel zenginliğin öneminin algılanmasına odaklanmış; Romantizmin ölüşüyle birlikte çağdaş görüş onu daha politik, hayallerle, güzele ulaşamayan, gerçekler karşısında realist düşünen, hür bir şair olarak tanımlamayı tercih eder olmuş ve olmakta; aynen arkadaşı John Hamilton Reynolds’a 1819 Temmuz’unda yazdığı mektubundaki gibi: “uzun bir süredir deri değiştiriyorum: yeni tüyler ve kanatlar için değil: onların hepsi gitti, bunlar yerine sabırlı dünyaya bağlı bir çift ayak istiyorum”. İşte modern görüş Keats’i ayakları yere basan bir şair olarak tanımlamayı ve şiirlerindeki çelişkili pasajlardan paradokslar çıkartmayı tercih ediyor. Pipo dumanının yoğun bir sis gibi çöktüğü fırtınalı bir akşamın sabaha dönen saatlerinde bana Endymion’u yüksek sesle okuyan arkadaşım “başka bir devrin sesi gibi değil mi?” diyor. Ama insan kalbini çarptıran o ses 21. yüzyılda bile böyle gecelerde hâlâ duyulmak isteniyor. İster paradoks, ister ayakları yere bassın, Keats şiirlerinde onu kanatlı görmek isteyenler için hâlâ materyalist dünyadan çok uzaklardaki bir “arcadia”nın tasvirlerini canlandırabilecek kuvvette başka boyutlara gidip gelebiliyor. Ayakları belki yere basıyor, ama ruhunun kanat takmadığına inanmak onunla kanatlanan ruhlara pek makul gelemiyor; hele onun kaleminden güzellik ve gerçeğin tanımlanışını, arkadaşı Benjamin Bailey’e yazdığı 22 Kasım 1817 tarihli mektubunda okurken: “kalbin duyduğu sevginin kutsallığına ve hayal gücünün gerçekliğinden başka bir şeye inanmıyorum. Hayal gücünün güzellik olarak kavradığı gerçek olmalı - daha önce var olmuş olsun ya da olmasın - çünkü sevgi gibi bütün arzularımızın da böyle olduğuna inanıyorum: hepsi, yüceliğe erişmiş bir haldeyken, gerçek güzelliği yaratma kudretindeler”. Keats’in içinden gelen bu samimi sözleri benzer endişelerle hayatta yollarını çizmek isteyenlerin karşısına karmaşık trafiğin ortasında aniden beliren bir işaret levhası gibi çıkıyor. Onlara arayışlarında farklı bir yol seçeneği gösterirken içlerindeki sanatsal potansiyelin, niteliği ne olursa olsun, bu körpe şairin olgun dimağından gelen bilge sözlerle, dimdik arkasında durma gücü veriyor. Keats Evi’ndeki gezi de böylece o mekânın enerjisiyle fiziksel bir turdan ziyade ruhsal bir yolculuğun kapılarını açıyor. Son yolculuk ise verimli 1819 yılının şahaser kasidesi olarak, Winchester’da yürüyüş yaptığı bir günün ardından, “Sonbahar’a” yazılan Ode to Autumn, Roma’ya doğru yola çıkacak ve orada İspanyol basamaklarının yanındaki apartman katında bir buçuk sene sonra son nefesini verecek olan Keats’in hayatın üç safhasını tasvir ettiği, şiirinde karşıma çıkıyor. Ama onunla arkadaşlık etmeye, Roma’da vefat ettiği daireyi, gök gürültülü sağanak yağmurlu bir günde ziyaret ettikten sonra başladığım, Hampstead’deki evi de ardından ziyaret ediyor olduğum için bu şiiri sanki sondan başa doğru okuyor gibi oluyorum. Bu yüzden de dökülen yapraklar yerine kuruyan dallardan tekrar taptaze meyvaların fışkırdığını görüyor ve onunla ömrü kesişen piyanonun romantik şairi Frédéric Chopin’in, mi bemol majör 16. nocturne’ünü uzaktan duyuyor gibi oluyorum Keats Grove’daki o küçük beyaz evin sonbahar güneşini alan yemyeşil ve huzurlu bahçesinde... Ode to Autumn Season of mists and mellow fruitfulness Close bosom-friend of the maturing sun Conspiring with him how to load and bless With fruit the vines that round the thatch-eaves run; To bend with apples the moss'd cottage-trees, And fill all fruit with ripeness to the core; To swell the gourd, and plump the hazel shells With a sweet kernel; to set budding more, And still more, later flowers for the bees, Until they think warm days will never cease, For Summer has o'er-brimm'd their clammy cells. Who hath not seen thee oft amid thy store? Sometimes whoever seeks abroad may find Thee sitting careless on a granary floor, Thy hair soft-lifted by the winnowing wind; Or on a half-reap'd furrow sound asleep, Drows'd with the fume of poppies, while thy hook Spares the next swath and all its twined flowers: And sometimes like a gleaner thou dost keep Steady thy laden head across a brook; Or by a cider-press, with patient look, Thou watchest the last oozings hours by hours. Where are the songs of Spring? Ay, where are they? Think not of them, thou hast thy music too,- While barred clouds bloom the soft-dying day, And touch the stubble-plains with rosy hue; Then in a wailful choir the small gnats mourn Among the river sallows, borne aloft Or sinking as the light wind lives or dies; And full-grown lambs loud bleat from hilly bourn; Hedge-crickets sing; and now with treble soft The red-breast whistles from a garden-croft; And gathering swallows twitter in the skies. |
Castle Howard: "Brideshead"in
saklı bahçesinde Emre Aracı Antik Dekor, Nisan - Mayıs 2011, sayı: 124 Çocukluğumdan beri uzun senelerdir rüyalarımda kendimi eski solmuş bir fotoğraf karesinde yemyeşil bir tabiatın ortasında siyahlaşmış ve yer yer yosun tutmuş heykellerin süslediği taçlı kubbesiyle, sütun başları dantel nakışla işlenmiş, terk edilmiş taştan bir malikânenin cephesine profilimi vermiş, düşünceli ve hüzünlü bir halde görürdüm. Mevcut olduğuna inandığım, ama nasıl ulaşılabileceğini bilemediğim saklı bir dünyanın bu şatonun kapıları ardında gizli olduğunu hisseder ve bir gün o kapıyı aralama cesaretini kendimde görebileceğimi hayal ederdim. İlkokul ve lise yıllarımda önüme çizilen konvansiyonal hayatı da hep bu rüyalarımın gölgesinde yürür, ilk fırsatta bahçe duvarının altından açılan kapıdan çıkarak o saklı ve büyülü bahçede bir gün kendimi bulacağıma inanırdım. Üniversite sınav kâğıtlarının şıklarını bilinçli bilinçsiz doldururken, tarih, edebiyat ve müzikten bir araya gelen birleşik bir estetiğin önümde bu yolun kapılarını açacağını nereden geldiği bilinmez garip bir önsezi olarak, daha dünyaya gerçek anlamda adım atmamışken, hissetmiş olduğumu talih bana seneler sonra sağlaması yapılan bir matematik denklemi gibi gösterecekti. Benimkisi hislerin algısına dayanan, tesadüflerin sihrini gören, yalnız olduğunu daha başından çok iyi kavradığım, kültürleri, milliyetleri, asırları aşan bir yolculuğa çıkma arzusuydu. Gri bir Şubat sabahı Yorkshire’daki Castle Howard malikânesinde aklımda bu düşünceler dönüp dolaşırken, üzerime yağmur yağarken, o donmuş soluk fotoğraf karesi bir saliseliğine gerçek olup, bu defa da geçmiş zamanın prangalarına esir olurken, kaynama noktasına gelen suyun iç denklemlerinin değiştirdiği kimyası gibi, ruhum da başka bir boyuta geçmişti. Kelimelerin ifadesinin yetişemediği derecede içimi sarsan bu olay sanki seneler önce verilen bir randevuya nihayet elimde davet pusulasıyla gelmek gibi bir histi benim için; üstelik bu pusulada şöyle yazılıydı: “Unutma hayatta sayısız derecede parıldayan ödüller var, ancak bunların aranması gerekir. Düşün, ama fazla düşüncelere takılı kalma, daha ziyade Castle Howard’ı ara ve aramaya devam et...”. Ve işte o saklı ve büyülü bahçe bütün gizemi ile bu muhteşem doğanın kucağında karşıma çıkıvermişti; 18. yüzyıldan kalma bir Bacchus heykelinin hemen altına yerleştirilmiş olan bir ahşap banka oturdum ve o uçsuz bucaksız tabiat alemine bakmaya doyamadım. Derken uzakta üstü açık iki kapılı 1920’lerden kalma Morris-Cowley marka beyaz bir araba belirdi; Charles Ryder ve Lord Sebastian Flyte, yanlarında bir sepet çilek, bir şişe Château Peyraguey şarabı ve direksiyonun ortasında da oyuncak ayı Aloysius olduğu halde eve doğru yaklaşıyorlardı. Güneş her tarafı aydınlatmış, adeta sımsıcak bir yaz havası gelmişti etrafa. Castle Howard’ı ilk defa böyle bir manzarada televizyonda görüp tanımış ve hayatımdaki önemini daha o an kavramıştım. Rüyalarıma giren yerdi burası; Evelyn Waugh’nun Brideshead Revisited romanını bana tanıtarak, hayatımda aradığım o saklı bahçenin ne olduğunu gösteren mizansenin ta kendisi. İngiliz Granada Televizyonu 1980’li yıllarda 11 dizi halinde çektiği toplam 659 dakikalık epik filmde, sonraki daha kısa boyutlardaki 2008 yapımı film gibi, Waugh’nun romanında trajik yaşam öyküleri anlatılan Katolik Marchmain ailesinin yaşadığı Brideshead Kalesi’ni canlandırmak üzere Castle Howard’ı film seti olarak kullanmıştı. İşte o Şubat günü bir anda kendi hayatım garip bir talihle Brideshead’le birleşmiş; Charles Ryder imzalı bir pusula beni buraya taşımış ve sonradan defalarca okuduğum bu muazzam roman bulunduğum ortamdan ötürü gözümün önünde akıp gitmeye başlamıştı: Charles ve Sebastian’ın kitapta bir hayli lirik ve romantik bir dille aktarılan Oxford’da geçen öğrencilik yıllarındaki dekadan arkadaşlıkları, Venedik’te evlilik dışı sevgilisiyle sürgün hayatı yaşayan Lord Marchmain’in sisteme baş kaldıran tavırları, Lady Marchmain’in aşırı dindarlığı, peş peşe gelen ekonomik krizler ve dünya savaşlarıyla giderek gücünü kaybeden İngiliz aristokrasisinin yavaş yavaş sönüşü; yok olan malikânelerle birlikte şatafatlı bir devrin kapanışı.
Geoffrey Burgon’un 1980 filmi için bestelediği obuanın hüzünlü sesinin hâkim olduğu o duygusal partisyon ise bu ortamın şuurumda devamlı yankıyan müziği oldu durdu; kaybolan bir geçmişe yazılan ağıttı bu partisyonun her bölümünde hissedilen: “Brideshead’e varış”, “Venedik’te yağmur”, “Julia’nın teması”, “‘Sebastian yalnız”. Bu hissiyat zinciri ve soluduğum hava bana benzer yağmurlu bir günde İngiltere’nin güneydoğu sahilinde Fransa kıyılarına bakan tarihi bir Grand Otel’in, terk edilmiş, karanlık ve rutubetli balo salonunda eski bir kuyruklu piyanoda, Charles’a dinlettiğim Ideale adlı bestemi hatırlattı. Ve Brideshead’in birinci bölümünün başlığı geldi aklıma: “Et in Arcadia Ego” - “o cennette bir zamanlar ben de vardım”. Bu kelimeleri Regent’s Park’ta fırtınalı bir öğledensonra, parkı çevreleyen mimar John Nash’in tezgâhından çıkma krem rengi teraslardan bir tanesinde, geniş pencereli, yüksek tavanlı bir apartman dairesinde, çok sevdiğim dostlarımın evinde okuduğumu düşündüm ve aynı odada bütün bunların bir gün olacağının bana inanılması güç bir kehanetle fısıldandığını anımsadım. Tek başıma da olsam Yorkshire topoğrafyasında içimde mücadele veren bu düşüncelerin canlanışına tanık olmaya gelmiştim sonunda; yarattığım hayallerimde gerçekleşen taptaze bir filizin ittiği o beklenmedik kuvvetle. Castle Howard’a trenle varmayı çok arzu ederdim; ama ne yazık ki yok olan aileler ve malikâneler gibi, bu saraylara hizmet veren küçük taşra istasyonları da çoktan tarihe gömülüp gitmiş bile. Bugün pişmanlık duyulsa da 1960’larda Dr Richard Beeching adında bir İngiliz demiryolları mühendisinin tavsiyesi üzerine İngiltere demiryolu ağının üçte birini hunharca yok etmiş. Günümüzde bu hayalet istasyonların adları ve hatıraları ise sadece eski bir bilette veya zamanın sararttığı bir bagaj etiketinde ancak yaşıyor. İstasyon binaları ise ya yıkılmış, ya da meskene çevrilmiş. Ben de North Eastern Railway’e ait 1900’lerin başından kalma böylesine eski bir Castle Howard bagaj etiketini bilhassa el çantama takarak Londra’dan seyahatime başlıyorum; o etiketin bir zamanlar birisini o adrese götürdüğünü düşünerek, buharlı trenlerin kurumunu yediğini hayal ederek, o anı benliğimde hissederek ve çok eskilerde Viktorya İstasyonu’ndan bindiğim adı kadar zarif “Cygnus” Pullman vagonunu hasretle anarak. Britanya Demiryolları’nın seneler sonra tekrar özelleştirilmesinin ardından eski vagonları devşirme boyası ve dökülen sathi dekoruyla Amerikan Pasifik trenlerine öykünür bir şekle sokan Grand Central şirketininin Kings Cross İstasyonu’ndan kalkan treni dingin İngiliz tabiatında yerini şaşırmış bir karakter gibi telaşla ilerlese de beni tam vaktinde İngiltere’nin kuzeydoğusundaki York şehrine ulaştırıyor. Bu şahsiyetsizlik teması ne yazık ki York’ta kaldığım şehrin en tarihi otellerinden biri olan “Royal Station”, bugünkü adıyla “Royal York” Oteli’nin Viktorya devri dokusunu katleden minimalist iç dekorasyonuyla kendini devam ettiriyor. Mor ve eflatunun hâkim olduğu fonksiyonsuz kocaman avizeli loş odalarda dev plazma televizyonlardan geçilmezken, kitap okumaya müsait ışık veren tek bir parlak lamba dahi göze çarpmıyor. Otelin tek görülmeye değer, cazip yeri gerçekten de bir müze havasındaki ve aynen muhafaza edilmiş olan Viktorya devrinden kalma umumi tuvaletleri. Ama odamdaki pencereden akşam güneşinin üzerine vurduğu 600 senedir ayakta duran Gotik York Katedrali’nin zarif silüeti insanın bu loş ortamdaki sıkıntısını bir anda yok etmeye yetiyor. Geçmişi Roma devrine kadar uzanan York hâlâ ayakta duran surları, tarihi kapıları, dar sokakları ve ortaçağdan kalma eski dükkân cepheleriyle İngiltere’nin en şirin şehirleri arasında. İstanbul şehriyle de pek bilinmeyen, ama çok önemli bir bağlantısı var. Zira İstanbul’u bir Bizans kolonisinden imparatorluk şehrine çeviren ve şehre adını veren Roma İmparatoru I. Konstantin York’ta 306 yılında Augustus olarak tahta çıkmış. Katedralin önündeki bronz heykeli de bu tarihi olayı anmak için buraya yerleştirilmiş. Ertesi sabah Castle Howard’a gitmek üzere hazırlanırken, rüyamdaki o manzarayı tamamlamak için akşam güneşinin yerini kasvetli bir havaya bıraktığını görüyorum. Puslu Yorkshire tabiatını aşarken kendimi 1920’lerden kalma bir Morris-Cowley içinde hayal ediyorum; karanlık bulutlar az sonra başlayacak olan yağmurun habercisi oluyor. Birbiri peşi sıra kıvrılarak uzanan yeşil tepeleri bir vadiden diğerine aşıp giderken, aniden 7.5 kilometre uzunluğunda iki tarafını kayın ve ıhlamur ağaçlarının sıraladığı heybetli ve düz bir eksende giden, inişli çıkışlı bir yola geliyoruz. Castle Howard malikânesinin hududuna varmış olduğumuzu o tabiatın ortasında tek başına ve romantik bir havada duran dev bir Roma sütunu boyutlarındaki görkemli bir anıt bizlere müjdeliyor. 7. Carlisle Kontu’nun hatırasına halk bağışı ile 1869-1870 yıllarında dikilen üzerinde yosunun bürüdüğü bu kolon hiç uykusundan uyanmamış gibi görünse de fırtınada üzerine düşen bir yıldırımdan epeyce hasar görmüş olmasına rağmen dokusuna uygun bir titizlikle o derin uykusundan uyandırılmadan bundan sekiz sene önce restore edilmiş. Keşke her restorasyon böyle olsa diye düşünürken kendinizi alabildiğine geniş bir vadide “folly” olarak bilinen ve işlevleri gereği sadece hayal dünyanızın hudutlarını zorlamak için inşa edilmiş olan, irili ufaklı birbirinden dramatik anıt ve yapıların serpiştirildiği, tabiatla mimarinin teatral bir estetik ile bütünleştiği, şair olmayanların bile neredeyse bu ortam karşısında şiir yazabileceklermiş hissine kapıldıkları, yolculuğunuzun başından beri aklınızdan çıkmayan Rachmaninov’un Opus 23 Do minör prelüdünün artık durmadan tekrar tekrar şuurunuzda dönmeye başladığı bir manzaranın içinde buluyorsunuz. Bir tarafta eski Mısır’ı hatırlatan bir piramit, diğer tarafta bir dilikitaş, uzakta anıtsal bir lahit, yanıbaşında serbest öğledensonralarınızda, ruh ikizi hayat arkadaşınızla birlikte, basamaklarında oturarak insan maneviyatını zenginleştiren klasik kitapları sonsuza dek okumayı tasavvur ettiğiniz Romalıların Ay Tanrıçası Diana’ya ithaf edilmiş Dört Rüzgar Tapınağı ve bütün bu görkemin içerisinde sahnedeki yeri milimetre ile tespit edilerek yerleştirilmiş olan ve önündeki göle akisleri vurarak majestik bir şekilde sisler arasında duran Castle Howard. Hayali Brideshead’in saklı dünyasına atılan, ama artık şahsım açısından hayal olmaktan çıkmış ilk ve gerçek somut adım.
Zamanında “Earls of Carlisle”, yani Carlisle Kontları’nın oturduğu Castle Howard’da bugün ailenin soyundan gelen Simon Howard kendi ailesiyle bilikte yaşamaya devam ediyor. Dolayısıyla Howard’lar binanın inşaatından bu yana 300 senedir burada oturmaktalar. Her ne kadar adı Castle Howard, yani Howard Kalesi olsa da burası kale mimarisiyle yakından uzaktan alakası olmayan, daha çok Barok hatlar taşıyan 18. yüzyıl mimarisinde bir saray olup, 3. Carlisle Kontu Charles Howard’ın vizyonu ve projesini çizen Sir John Vanbrugh’nın parlak dehası sonucu ortaya çıkan tam anlamıyla bir sanat şaheseri. İnşaatının çoğu 1699-1712 yılları arasında tamamlanan Castle Howard, daha önceleri yazdığı tiyatro eserleri ile tanınan Vanbrugh’nın mimarideki ilk denemesi. Ve ne muazzam bir başarı böylesine bir ilk deneme için. Kendisi aynı zamanda Londra’nın Haymarket’ında bir zamanlar bulunan Queen’s Theatre’ı ve yine bir hayli görkemli bir saray olan, Sir Winston Churchill’in doğduğu Oxfordshire’daki Blenheim Palace’ı da tasarlamış. Hayatı da binaları gibi görkemli ve aynı zamanda inişli çıkışlı geçen Vanbrugh İngiliz parlamenter demokrasisini koruma mücadelesinde Kral II. James yerine III. William’ı getirme komplosunda yer aldığı için de Fransızlar tarafından tutuklanarak Bastille’de dört buçuk sene hapis yatmış. Mimaride İngiliz Barok stilinin yaratıcısı olarak da bilinen Vanbrugh’nın Castle Howard’ın inşaat projesine dahil olmasında muhtemel etkenlerden biri ise Charles Howard ile birlikte ikisinin de o devir entellektüellerinin müdavimi olduğu Kit-Cat Club’ın üyesi bulunmalarında yatmakta. İnşaatta Vanbrugh’ya mimar Nicholas Hawksmoor da yardımcı olmuş. İki simetrik kanadın yer aldığı Doğu-Batı ekseninde yatan binanın inşaatı ise ilk olarak Doğu kanadından başlamış. Anıtsal kubbe orijinal projede yer almasa da sonradan inşaat safhasında ilave edilerek binaya eklenmiş. Cephede yer alan heykelcikler ve girift süslemelerle, tam anlamıyla Barok stili ortaya koyan sarayın Batı kanadı ne yazık ki Vanbrugh’nın 1726’daki vefatıyla o devirde inşa edilememiş. Bu eksik kalan kısım 4. Kont tarafından tamamlattırıldığında da Vanbrugh’nın orijinal projesine sadık kalınmamış ve değişen devrin zevkiyle mimar Sir Thomas Robinson tarafından daha Palladian bir üslupta tasarlanmış. Ancak o devrin çoğu malikâne mimarisinde göze çarpan bu eklektik tarz bilakis Castle Howard’ın zenginliğini daha da gözler önüne seren bir unsur olarak ziyaretçinin karşısına çıkıyor. Her sene Mart sonundan Ekim sonuna kadar turistlere açık olan Castle Howard, benim bu ziyaretim esnasında kapalı olmasına rağmen Simon Howard’ın nazik izniyle bana bir yetkili tarafından özel olarak gezdirildi. Bu kimsesiz saraya böyle bir zamanda adım atıyor olmak ise esasında çok daha enteresan bir histi ve bana yine Brideshead’i hatırlatmakta gecikmedi. Romanda da Sebastian Charles’ı ilk defa Brideshead Kalesi’ne getirdiği zaman, aile fertlerinin o sırada Londra’daki evlerinde yaşıyor olmaları itibarıyla ev kapalı bulunduğundan her yerin üzeri örtülü bir haldedir ve etrafta bir tür terk edilmişlik hissi sezilir, resepsiyon salonları karanlıktır; işte ben de o devasa sarayın loş odalarının birinden diğerine geçerken içimde bir an aynı duygulara kapılmıştım. Her bir adımda kitabın bir sayfasını çeviriyordum şuurumda; adeta film setiyle gerçek hayat iç içe geçmiş gibiydi. Garip bir şekilde Castle Howard’da durum zaten böyleydi esasında. Zira saray II. Dünya Savaşı sırasında ya ordu karargâhı, ya okula dönüştürülen o devir pek çok malikânenin başına geldiği gibi, geçici olarak kız yatılı okuluna çevrilmiş, 1940 Kasım ayında çıkan bir yangında da güney cephesinin üçte ikisi ve kubbe kül olup gitmişti. Bugün Castle Howard’da gizli paravanlar arkasında o yangından kalma çıplak tuğla duvarlara hâlâ rastlamak mümkün ve bu şekilde tahrip olan bazı odalar meşhur filmler çekilirken o günün stiline uygun olarak dekor havasında tekrar inşa edilmiş. İşte Brideshead en çok bu odalarda kendini hissettiriyor insana. Hele Charles Ryder’ın duvarlarını resmettiği o bahçe odası, epik filmden bir set olarak aynen duruyor; iki arkadaşın bu sarayda geçirmiş oldukları ölümsüz o pastoral yazın titreşimlerini ziyaretçinin ruhuna işliyor. 20 odanın kül olduğu, II. Dünya Savaşı’nda yaşanan yangının ardından hazin bir enkaz olarak kalan iskelet binaya bir daha Howard ailesinin döneceği düşünülmezken Simon Howard’ın babası George Howard savaştan yaralı ve iki kardeşini cephede kaybetmiş olarak geri geldikten sonra her şeyi tekrar yoktan var edercesine malikâneyi ayağa kaldırmayı başarmış ve burayı yaşanabilir hale getirmiş. Dolayısıyla bugün Howard ailesi hâlâ Castle Howard’da yaşamaya devam ediyorsa bu tamamen George Howard ve eşi Lady Cecilia’nın gayretleri sonucu olmuş. Onların bu emeğini anarak başlıyorum ben de yıllık temizlikle uğraşan, etrafta toz alan personelin arasından geçerek Castle Howard’daki yalnız turuma. İlk olarak geniş ve uzun bir merdivenin önüne geliyorum; tarihteki ilk altı Carlisle Kontu’nun ve 3. Kontun üç kızının dev portrelerinin asılı olduğu bu girişte önce aileyle tanışmış oluyorsunuz. Burası sıcak bir aile yuvası; zira Castle Howard’ın en çarpıcı yönü naftalinli bir müzeden ziyade içinde yaşanan bir ev oluşu. Nitekim sırasıyla girip çıktığım görkemli karyolaların göze çarptığı tarihi yatak odalarında dahi zaman zaman modern çalar saatler dikkatimi çekiyor ve rehberim bana usulca Howard’ların misafirlerinin hâlâ bu odalarda kaldıklarını belirtiyor. Bense Charles’ı göreceğimi umuyorum bu loş odaların birinde, yine Brideshead’in etkisiyle. Ama bu defa Charles olmasa da başka tanıdık ve dost bir yüz çıkıyor karşıma; yüzlerce klasik Greko-Romen büst ve heykelin dizili olduğu uzun koridorun en sonunda orijinalini Vatikan’daki Sala Rotonda’da görmeye gittiğim Antinous Braschi bana gülümsüyor. 18. yüzyılda Grand Tour’dan dönen her aristokrat gibi Howardlar da saraylarını İtalya’dan satın alıp getirdikleri kimi orijinal, kimi artık orijinalleşmiş mitolojik ve tarihi heykel ve büstlerle bezemişler. Sağlı sollu büstlerin selama durmuş tören alayı gibi sizin aralarından geçmenizi beklediği bu uzun koridorun evin çok özel bir mekânına doğru sizi yönlendirmiş olduğunu farketmeniz pek uzun sürmüyor. Artık Castle Howard’ın ve Vanbrugh’nın dehasının tam kalbindesiniz. Burayı ancak bir tiyatro yazarının tasarlamış olabilceğini düşünüyor ve onun yarattığı görkem karşısında, sonradan içinizde bırakacak tesiri fark etmeden, ilk anda ezildiğinizi hissediyorsunuz. Malikânenin muhteşem Great Hall’undasınız ve dev kolonların ayakta tuttuğu 21 metre yüksekliğindeki kubbede oynanan Yunan mitolojisinden bir sahneye bakarken rüyanızda görerek aradığınız bu saraya esasında hayat dersinizi almak için davet edildiğinizi anlıyorsunuz. Karanlıkta seçebildiğiniz kadarıyla tavana bakıyor, toprak, ateş, hava ve su olmak üzere tabiatin dört temel elementinin alegorik bir şekilde tasvir edildiğini görüyorsunuz. Zodyak’ın 12 sembolünü çözüyor, Apollon’u ilham perileriyle birlikte seyrediyor ve Phaeton’un güneşin at arabasından düşüş hikâyesinin tasvir edildiğini anlıyorsunuz. Yükseliş ve çöküş, aynen Brideshead’in ana temasındaki gibi görkem, nüfuz ve servetin ardından gelen bir yok oluşun hikâyesi. Mal, mülk, servet ve görkem bir tarafa, esasta burada anlatılmak istenen yaşadığımız şu hayattan, zaman zaman içinde ne kadar kendimizden habersiz düşüp kalksak da, bir gün kopacağımızı idrak etmemiz ve bütün bu elementlerin karşısındaki acizane çaresizliğimizin kısa özeti. Hayatın acı ama kabul edilmesi gereken gerçeği; var oluş, ego için verilen savaş ve sonra da esasında hepsinin bir hikâyeden ibaret olduğunun fark edilmesi. İşte 3. Kont ve Vanbrugh bütün bu ihtişamın içerisinde, ilk anda ziyaretçiyi ezmek için tasarlanmış gibi duran bu aşırı görkemli ortamda, esasta ironik bir şekilde bu en temel ve samimi mesajı vermeyi tercih etmişler. Orijinalini Venedikli sanatçı Antonio Pellegrini’nin resmettiği bu manzara, verdiği dersi doğrularcasına 1940 yangınında tabiatin o elementlerine yenik düşüp yok olduktan sonra 1960-61 restorasyonu sırasında Kanadalı ressam Scott Medd tarafından tekrar yaratılmış ve mesajı da bugün tazeliğini aynı şekilde koruyor. Bu hislerle yine film seti odalardan birine dönüyoruz. Bu defa 2008 prodüksyonunda Lord Marchmain’in ölüm sahnesinin canlandırıldığı heybetli yatak karşımıza çıkıyor ve bunu takiben yönümüz filmde de etkin bir şekilde kullanılan sarayın 19. yüzyılda tekrar tasarlanan şapeline dönüyor. Sessizlik ve huzur, alınan mitolojik dersin ardından yerini meditatif duygulara bırakıyor. Derken dışarıdaki yağmurun cama çarpan damlaları tabiatın elementlerinin sizi çağıran sesi gibi kulaklarınıza ulaşmaya başlıyor ve Castle Howard’ın saklı bahçesindeki havada duyulan toprak kokusu içinde, kazanında yanan kor kömürün güdümlediği buharlı tren gibi kalbinizdeki ateşin gücüyle geldiğiniz bu yolculukta, Atlas Çeşme’nin Brideshead’den hatıralarla dolu dev küresinin yanı başında dururken, rüyanızdaki o mizansenin, bir gün gerçek olacağına ne kadar inanmış olsanız da, yine de gerçekleşmiş olmasına duyduğunuz hayretle profilinizi malikâneye son bir defa dönerek o anı solmuş bir fotoğraf karesine, oradan da hiç unutamayacağınız bir resme dönüştürüyor ve bu ziyaretinizi hep hatırlayarak kendi kendinize ileride hiç olmazsa “Et in Arcadia Ego” diyeceğinizi ve ömrünüzün fitili için için yanarken de hep bu kelimelerle teselli bulacağınızı, aynı hisleri duyan insanların da siz gittikten sonra bu satırlarınızdan belki ilham bularak hayatın parıldayan ödüllerine doğru benzer kişisel yolculuklara çıkacağını hayal ediyorsunuz... |
E. M. Forster’ın manzaralı odasından bakarken
Emre Aracı Vatan Kitap, 15 Ağustos 2011 Her bir kitabı hayatımda ayrı bir değere sahip olan E.M. Forster’ın A Room With a View (Manzaralı bir Oda) romanını seneler sonra Talya Oteli’nin manzaralı bir odasında Antalya’da Akdeniz’e karşı tekrar okurken Forster’ın son cümlesinin son kelimesi olan “Mediterranean”, yani Akdeniz’i görünce karşımdaki masmavi tablo odamın balkonunda bir anda okuduğum eseri canlandırmakla kalmıyor, bu filozof İngiliz yazardan alığım telepatik mesajlardan yeni bir tanesi olarak karşıma çıkıyordu. Zira E.M. Forster’ı ilk olarak Merchant Ivory filmlerindeki muhteşem adaptasyonlardan tanımıştım: A Room With a View, Maurice ve Howards End. Bu tesadüfler silsilesinde Forster’ın, ilk eserlerinden olan The Longest Journey’de, kahramanı Rickie Elliot’ı Cambridgeshire’daki Sawston Köyü’ndeki bir okula öğretmen olarak yolladığını okurken, seneler sonra bir gün gelip benim de romanda adı geçen Sawston’da, o zaman 16. yüzyıldan kalma Sawston Hall’de faal bulunan, Uluslarası Türk Lisesi’nde bir süre hocalık yapacağım ise hiç aklıma gelmemişti. Cambridge yıllarımda King’s College’ın avlusundan sık sık geçerken Forster’ın buradaki dairesinde hâlâ oturduğunu hayal eder, o muazzam Gotik şapele girdiğimde de Maurice Hall ve Clive Durham’ın arkadaşlıklarını hatırlar, sanki Forster beni bu diyarlara getirdi diye düşünürdüm. Edwardian devri, yani 1900’lerin başı İngiltere’sinin, eğitimli orta sınıf zümresini mükemmel bir şekilde tarif ederek, onların bütün zaaflarını rafine bir dille ortaya döküp iğneleyerek, içinde bulunduğu toplumu samimiyete ve insan doğasını kabul etmeye davet eden Forster A Passage to India romanında işlediği gibi Birleşik Krallık sömürgesi altında bulunan ülke halklarının özgürlüklerine duyduğu sempatiyle de hümanist ve insan hakları savunucularının başında gelir. Beni Forster’a yakınlaştıran en büyük unsurlardan bir tanesi ise onun bu inançlarını, şok eden militan bir dilden ziyade, son derece kurnaz, ironik ve romantik bir lirisizmle kaleme almasıdır; ötesinde hasretini duyduğum geçmişin o pastoral yazlarını; yemyeşil İngiltere tabiatını, Londra sokaklarını eserlerinde canlı bir üslupla devrinin kokusu hâlâ hissedilir bir şekilde aktarmasıdır; dahası Beethoven, Tchaikovsky ve Wagner’in notalarının leitmotif gibi kelimeleri arasında estetik bir hassasiyetle dolaşmasıdır. Ama en önemlisi duyguları bastırılmış, hislerini dışa vurmaktan kaçan, katı bir disiplin formasyonundan geçmiş bulunan üst ve yüksek orta tabaka İngiliz toplumuna Forster’ın, yürekleri ısıtan ve insanlığı biraraya getirici en önemli unsur olarak gördüğü, gerçek aşk duygusunun ve bunun ifade edilmesinin ne kadar kutsal olduğunu işaret etmiş olmasıdır. A Room With a View işte iç içe geçmiş pek çok fiziksel yolculuklar ve manzaralar da içerse, gerçekte samimi aşka ulaşmanın ve bunun da bireyin hayatında kazanacağı en büyük zenginlik olduğunun hikayesidir. Zaten romanında da “aşkı dönüştürebilir, yokmuş gibi davranabilir, karıştırabilir, ama onu hiç bir zaman kendi içinden çıkartıp alamazsın” der. O gerçek bir hümanisttir. Forster’ın 1908 yılında yayımladığı bu romanına öncesinde annesiyle birlikte İtalya’da yaptığı seyahatler sebebiyet vermiştir; canlı ve neşeli, kural tanımayan, cinsel özgürlüğe sahip Akdeniz halkı arasında, disiplinli İngiliz gezginlerin oluşturduğu tezatlar ve onların önyargıları Forster’ın mizahi üslubunda açılan küçük pencerelerden karşımıza çıkan manzaralardır. Kuzeni Charlotte Bartlett’ın şaperonluğunda Floransa’yı keşfe giden genç kız Lucy Honeychurch’ün kişisel gelişimi romanın karanlıktan aydınlığa geçen, kapalı odalardan manzaralara açılan pozitif eksenin takip ettiği ana çizgiyi oluşturur. Örneğin Floransa’da Bertolini Pansiyonu’nda onlarla birlikte kalan baba oğul Emerson’ların samimi ve içten davranışlarına karşın devamlı surette küçük görülmeleri; odalarından Arno Irmağı’nı göremedikleri için bu iki hanıma manzaralı kendi odalarını teklif etmelerine rağmen ilk başta sert bir dille terslenmeleri, Forster’ın Floransa mimarisiyle paralel kıyasladığı karanlık Ortaçağ tiplemeleriyle Rönesans aydınlığını farketmiş ruhlar arasındaki çakışmayı gözler önüne serer. Hıristiyan dininin organize katı kuralcı dogmaları da Forster’ın keskin dilinde usulce eleştirilen unsurların başında gelir. Elinde turistik Baedeker kılavuzuyla Floransa sokaklarında yolunu bulmaya çalışan Lucy’nin kitabı elinden alındığı anda yaşadığı korku dolu şok ve çaresizlik esasında hayatı boyunca kurallarla kendisine yol çizmiş bir insanın bu kurallar kitabını kaybettiği zaman yaşadığı aciz çaresizliğin sembolik bir ifadesidir; o zaman kişi içine, içgüdülerine, kendi samimiyetine dönüp, özündeki gerçek tabiatının sesiyle yolunu çizmelidir. Forster bunun gibi sembolik mesajlarla Lucy’nin yolunu aydınlatır; genç George Emerson’a duyduğu cazibeye rağmen toplumun ona çizdiği ahlaki değerler çerçevesinde, kendisini kandırarak, içgüdüsünde yatan esas sevgiden kaçış, romanın İtalya’da geçen birinci bölümünü kapatır. İkinci bölüm hayatı boyunca Lucy’e doğal bir koruma alanı sağlamış olan İngiltere’nin güneyindeki harika tabiat manzarası içerisindeki aile evinde açılır. Lucy kendisini bir sanat objesi olarak görmekte olan, ama hisleri donuk bir estet’ten başka bir şey olmayan Cecil Vyse ile evlenmek üzeredir ki hatasını farkederek bu defa herşeyden kaçmak üzere, yine bir yolculuğa, ama bu defa hayatı boyunca hep görmeği hayal ettiği İstanbul’a gitmeye karar verir. Forster romanına böyle bir kısım da eklese nasıl olurdu diye hep merak etmişimdir, ama sonunda yolculuk gerçekleşmez ve Lucy gerçek aşkı olan George Emerson’a kavuşur. A Room With a View, daha dünya savaşlarından önce yazılmış olması itibarıyla Forster’ın en optimistik ve romantik romanı sayılabilir. Zira 1958’de romanına “Odasız bir manzara” adı altında kısa bir ek ilave ettiğinde “artık Lucy ve George nerede yaşıyorlar bilemiyorum, III. Dünya Savaşı’nı bekliyorlar” diyerek Forster içine düştüğü karamsarlığı dile getirecektir.
Yarım asır sonra dünyanın içinde bulunduğu gerilimler anlamında hâlâ farksız bir ortamda yaşamlarımızı sürdürmeye gayret ederken, yine de Forster’ın Edwardian devri optimizminden kişisel hayatlarımız payına faydalanabileceğimizi düşünüyorum. Onun da çok beğendiği Fransız yazar Marcel Proust’un da söylediği gibi belki de “gerçek bir keşif yolculuğunun özü yeni manzaralar aramakta değil, onlara yeni gözlerle bakmakta yatıyor” diye düşünmek lazım. Bu kısa makalemi burada noktalarken Forster’ın 20 Şubat 1951’de King’s College’daki odasından kendi el yazısıyla kaleme aldığı orijinal bir not masamın üzerinde duruyor. Şimdi onu A Room With a View kitabımın arasına bir ayraç gibi koyacağım ve benden sonra kütüphanem bir yerlere dağıldığında, eğer gün gelir de birileri bu kitabı tekrar açarsa, o zaman karşılarına bu orijinal not çıktığında görecekleri manzara karşısında çıkacakları yolculuğu hayal edeceğim. O kartı yazan insanın pozitif ve güzel enerjisi onların hayatlarına da bir şeyler katabilecek mi? Bu da benim hayalimdeki odanın manzarası olacak. |
Copyright © 2000-2024 EMRE ARACI